Rıdvan Akar’ın CNN Türk’te yayımlanan ‘Hayatın Tanığı-Müslümanlaştırılmış Ermeniler’ belgeselinde konuşan Dersimli Melahat Sonar Yamaç’tan dinledim. Sözlerinin öyle bir ağırlığı vardı ki...
NAYAT KARAKÖSE
nayatk@gmail.com
“Kürtlerin, Türklerin yanında çok rahat Ermeniyim diyebiliyorum ama Ermenilerin yanında Ermeniyim demek istemiyorum. Ermenice bilmiyorum, adım, soyadım değişik, nereden geldiğimiz belli değil. Çok isterdim burada kilise olsun, Ermenice kurslar olsun, bize sahip çıkanlar olsun…”
Bu sözleri, Rıdvan Akar’ın CNN Türk’te yayınlanan ‘Hayatın Tanığı-Müslümanlaştırılmış Ermeniler’ belgeselinde konuşan Dersimli Melahat Sonar Yamaç’tan dinledim. Bu sözlerin öyle bir ağırlığı vardı ki, başka bir cümleye geçemedim, orada kaldım.
Hrant Dink Vakfı’nın geçtiğimiz Kasım başında gerçekleştirdiği ve çeşitli kitaplarla yavaş yavaş aralanan ‘Pandora’nın kutusu’nun iyice açılmasına vesile olduğu ‘Müslümanlaş(tırıl)mış Ermeniler’ Konferansı, kiminin pek bilmediği, kiminin bilip de sustuğu, kiminin ise konuşmak için uzun süredir beklediği bir hakikatle bizleri buluşturdu.
Konferanstan sonra daha iyi idrak ettik ki, Müslümanlaş(tırıl)mış Ermeniler mevzusu, içinde birçok eksen barındıran bir yüzleşmeyi de içinde barındırıyor.
1915 ile yüzleşmenin bir yolu da Müslümanlaştırılmış Ermeniler hakikati ile yüzleşmekten geçiyor. Müslüman veya Alevi Ermenilerin de var olduklarını tanıması veya kabul etmesi gereken sadece Türkler, Kürtler değil, aynı zamanda da Ermeniler de bu yüzleşmenin ziyadesiyle tarafı. Kendimi de bu durumdan soyutlamayarak, Ermenilerin de aşması gereken önyargıları olduğunu düşünüyorum.
Melahat ve daha nicelerinin Ermenilerin yanında dilsizleşmesi nedensiz değil. Sonradan Ermeni olduğunu öğrenenler, bu sonradan öğrenilmiş kimliklerine yabancılaşıyor, bir türlü ilişki kuramıyor, ilişki kuramayınca da aidiyet hissetmiyor. Dilden, kültürden, dini değerlerden yoksunluk ve kabul görmeme, geriye kocaman bir varoluşsal karmaşa ile dönüyor. Elde olan bir kimlik (Türk, Kürt, Alevi, Müslüman) artı yeni kimlik (Ermeni), eşittir kimliksizliğe dönüşüyor.
Ermenilerin de kendisine sorması gereken sorular var, ilk aklıma gelenler:
Alevi veya Müslüman bir Ermeni ne kadar ‘mezme’, yani ‘biz’den? Yoksa onlar sadece dönme mi ve sonrasını getirmeye gerek yok mu?
Melahat’in kendini Ermenilerin yanında ifade edememesine ‘olan olmuş, dönen dönmüş’ diye mi bakacağız, yoksa bu maziden bir istikbal mi yaratacağız?
Melahat’in parmak bastığı noktalardan birisi de ‘sahip çıkma’ meselesiydi, sahip çıkabilecek miyiz? Ne gibi çabalar göstereceğiz? Dil, kültür öğrenme meselesini, sadece onların omuzlarına mı yükleyeceğiz, yoksa biz de omuz verecek miyiz?
Tam da tüm bunları düşünürken, Michou D’auber filmine denk geliyorum. Film, Fransa-Cezayir Çatışması sırasında Cezayirli bir çocuk olan Messoud’un (Michou) asker emeklisi George ve eşi Giséle’e geçici olarak verilmesini konu ediniyor. George ırkçıdır ve eşi Messoud’un Müslüman olduğunu ondan ve etraftakilerden gizler, Gisele bunun için çocuğun saçını hep sarıya boyar. Zamanla çocuk, bu karı-kocanın hayatlarının merkezine oturur, onların hayatlarını, değerlerini değiştirecek kadar...
Filmde bir sahne vardır, çocuk sınıfındaki diğer çocuklarla birlikte kilisede ilahi söylemek için yerini alır. Papaz, çocuğun Müslüman olduğunu öğrenmiştir, çocuğa ‘ilahileri sesli söyleme, dudağını kıpırdat’ der. Çocuk da söyler gibi yapar.
Melahat’in ve aynı durumda olan onca insanın payına düşen dudaklarını kıpırdatmak mı olacak, yoksa dile gelmek mi? Sanırım bu soruların cevabını bulmak çok yönlü ve uzun vadeli bir yüzleşmeden geçiyor.