Rober Koptaş, roman yazarlığına ilk adımını attığı ‘Unufak’la 20. yüzyıl Ermeni toplumunun deneyimlediği acılara ve yıkıcı toplumsal olaylara üç kuşak üzerinden kurguladığı bir hikâyeyle dokunmaya çalışıyor.
MERİ TEK DEMİR
Geçmişe bugünden yeni bir gözle bakabilmeyi, somut gerçekliği tespit etmeyi değilse de tarihin satır aralarında kalan boşlukları kişisel ve toplumsal bellek ışığında tekrar yorumlayabilmeyi sağlayan en samimi ve güçlü araç bazen edebiyattır. Rober Koptaş, roman yazarlığına ilk adımını attığı ‘Unufak’la 20. yüzyıl Ermeni toplumunun deneyimlediği acılara ve yıkıcı toplumsal olaylara üç kuşak üzerinden kurguladığı bir hikâyeyle dokunmaya çalışıyor.
Karakterlerin geçmişi ve şimdiki zamanı arasında çoklu anlatıcı ve hikâye takibini zorlaştırabilecek keskinlikte geçişlerle ilerleyen olay örgüsü, soyadı bir zamanlar Devranyan olan Devran ailesinin son kuşağından Artun Devran’ın çocukluk anlatısıyla, hüzün ile öfke arasında gidip gelen ancak masumiyetini yitirmemiş bir tonla başlar. Bu anlatımda Artun okuru anne ve babasıyla tanıştırıp, çocukluk yıllarındaki yoksul aile tablosunu, hasta babasını ve okulda kitaplara sığınışını paylaşır. Bu esnada okuyucu, Devran ailesinin farklı kuşaklarından farklı bireylerin hikâyeye anlatıcı olarak dâhil olacağını bilmez; hikâyenin Artun’dan ziyade, babası Kevork Devran’ın arayış hikâyesine döneceğinden de henüz bihaberdir. Artun’un İstanbul’da başladığı ve yine İstanbul’da bitirdiği hikâye, Kevork için, T harfiyle anılan ve nerede olduğuna dair ufak metaforlar haricinde herhangi bir detay verilmeyen köyden İstanbul’a uzanır.
Artun’un babası Kevork’un büyüdüğü köy olan T, Kevork’un hem cenneti hem cehennemidir; aslında hikâye o kadar geriye gider ki bu çatışmanın Kevork’un dedesi Morso Devran ile güzelliği ve ufak tefek yapısına atfen ‘Fındık’ adıyla anılan babaannesi Takuhi’ye dayandığını görürüz. Kevork’un anlatımıyla, ufakken kendisinden saklanan gerçeklerin üzerinde yarattığı hasarlar; T’den babası Aram, annesi Azad ve kardeşleriyle birlikte ayrılmak varken, Morso ve Fındık’la bırakılmasının altında yatan nedenler; öz anne babasının bu konuda takınmak zorunda kaldıkları pasif tavır, kişisel yaşantısını çıkmazlara süren dönemeçlerdir. Yıllar sonra yetişkin olarak İstanbul’a gittiğinde gerçek bir aile resmini tamamlayacağını hayal ederken karşılaştığı tablo, hayatında başka yıkımlara yol açar.
Bu olayların ortasında Kevork hep eksik kalmış, aradığını bulamamış bir karakter olarak, geçmişine ve şimdiye olan hıncını kendinden ve karısı Anna’dan çıkaran ve dolayısıyla çocuklarına da yansıtan birine dönüşür. Bu dönüşüm çok katmanlı bir olay örgüsü içinde Artun’la başlayıp Kevork’la devam ederek, pek çok anlatıcının dâhil olmasıyla işlenir. Sadece Kevork’un değil, diğer karakterlerin de gelişimini mercek altına alan romanda, karakterlerin postmodern bir üslupla kendi adlarına da konuşturularak sergilenmeye çalışılan çok katmanlı hikâyeleri bir yana, kadın karakterler ve yersizlik meselesi de dikkat çekici.
Hikâye akışında kadın anlatıcıların rolü hiç de az değil. Bu yaklaşımı 20. yüzyılın ataerkil aile yapısını ön planda tutan bir romanda görmek başta sevindirici. Ancak kadın karakterlerin resmedilme şekli çağdaş anlatım tekniğinin etkisiyle alışılagelmiş kalıpları aşmaya talip görünse de onları toplumun biçtiği prototip algıların ötesine taşıyamıyor. Bir tarafta kendilerini aile düzenini ayakta tutmaya adamış Fındık ve Anna, diğer tarafta içinde bulundukları durumdan usanıp İstanbul’dan Almanya’ya çalışmaya giden Azad ve o gidişin ardından babası ve erkek kardeşiyle kalakalmış, köyde çocukken gördüğü baskının üstüne şehirde özgürlüğün peşine düşmüş Maro... Azad’ın Almanya’ya gidişi onun –ismine de yansıyan– özgürlüğünden ziyade, kadınsız evin dağıldığı fikrini destekliyor ve Maro köyden şehre gelince özgür kadın olarak değil abisi Kevork ve hatta yakın çevresi tarafından yoldan çıkmış kadın olarak görülüyor. Bu noktada kadın karakterlerin kendi bakış açılarına şahit olsak bile, ataerkil düzenin getirilerinden sıyrılamadıklarını görüyoruz.
Diğer taraftan, büyük şehir “Başka İstanbul yok” ifadesiyle defalarca vurgulanırken, köyün yalnızca bir harfle anılıyor olması, göçten öte bir yersizleşmeye işaret ediyor. T kimine artık geçmişte kalmış bir hayatı, kimine terk edilmiş yerleri çağrıştırabilir. T’den İstanbul’a büyük beklentilerle göçen aile, İstanbul’da da içine düştüğü sınıf çatışmaları sebebiyle yersizlik duygusunu yaşıyor. Bu durumda T isimsizliğiyle bir yabancılaşmayı mı, yoksa bir yersizleştirmeyi mi temsil ediyor? Zira o köy artık kendi ismiyle bile anılmaktan uzak, dokunması zor bir yerde, hiç var olmamışçasına duruyor.
Bir toplumun hafızasına kazınmış temaların edebiyat aracılığıyla yeni biçimlerde irdelenmesini kıymetli bir çaba olarak görüyorum. Özellikle postmodernizm sonrası çağdaş Batı edebiyatında, tarihin yeniden kurgulandığı eserlerle sıklıkla karşılaşıyoruz. ‘Unufak’ da bu yöntemle Ermeni toplumunun parçalanmış geçmişini, parçalanmış anlatılar üzerinden sunuyor. Koptaş’ın ilk romanında kullandığı bu yazım tekniğini cesur buluyor, sonraki eserlerinde hikâyelerin mi yoksa anlatım tekniğinin mi ön plana çıkacağını, ilk romandaki üslubun sadece bir deneysellik olarak mı kalacağını merak ediyorum.