Deniz Işıker Bedir, 28 Şubat Darbesi’ndeki şahitliğinden yola çıkarak, darbenin nasıl mevcut siyasi kriz için araçsallaştırıldığını yazıyor ve tüm Müslümanları 28 Şubat’ı bir kez daha düşünmeye çağırıyor.
DENİZ IŞIKER BEDİR
Bu yazıyı 2 Mart 2012’de Zaman Gazetesi yazarı Bülent Korucu’nun yazdığı “28 Şubat kahramanları” başlıklı yazısına ithafen yazmıştım. O zamanlar cemaat-hükümet kavgası yoktu. Her şey süt limandı, hatta hükümet mensupları Türkçe Olimpiyatları’na gidiyor, cemaatin bu “önemli” hizmeti hakkında övgüler diziyordu. Aradan 2 yıl geçti ve şimdi tam bir savaşın ortasındayız. Her gün yeni ses kayıtları, kasetler, birbirini suçlamalar havada uçuşuyor. Maalesef ki, 28 Şubat için İslamcı camiadan çok cılız bir eleştiri alan “cemaat” şimdi başlıca suçlu, hatta darbenin aktörlerinden biri gibi gösteriliyor.
Bu aşamada bazı sorular sormakta fayda var. Birincisi İslamcılar bu faillik durumunu bunca yıldır bilmiyor muydu? Biliyorduysa neden sustular? Bilmiyorlarsa, bu ve benzeri yazılar hakkında, Hocaefendi’nin darbeyi mazur gösteren demeçlerine karşı neden ses çıkarmadılar? Kimse kusura bakmasın ama şu an parmaklar tek yönü gösteriyorsa ve bu parmaklar suçluyu işaret etmek için 16 yıl beklediyse, yapılan hiç de ahlaki değildir.
Gelelim Bülent Korucu’nun yazısına. Bu yazı 2 yıl önce okuduğumda beni yıllar öncesine, 28 Şubat döneminde yaşadıklarıma götürdü. Yazı bir “haklı çıkarma” yazısı gibi duruyor ilk okuduğunuzda. Aslına bakarsanız, mensup olduğunuz bir grubun ve o grubun önderinin haklılığını anlatmak için bir şeyler yazmak normaldir ama bu yazıda baştan sona bir yanlışlık var. Niyet okuyuculuğu yapmak istemeyişimden ve hüsn-ü zannın her daim olması gerektiğine inancımdan; yazılış amacından çok, yazının içeriğine ve verilen bilgilerin tek taraflı okunamayacağına dair birkaç kelam edeceğim.
28 Şubat 1997’de ben ortaokul sondaydım. “Hocaefendi okulları” diye bilinen bir okulda okuyordum. Okulumdan da belli dayatmalar dışında memnundum. Fakat 28 Şubat’ın, muhabbeti temel alan ilişkilerde nasıl turnusol kâğıdına dönüştüğünü oradayken öğrendim. Başımızı açmamız gerektiği söylendi, özellikle bahçede başörtülü durmamalıydık, yatılı bir okuldu, buna rağmen dışarı çıkmazsak sorun olmaz diye düşünürken, “İstiklal Marşı törenlerine” katılma zorunluluğu getirildi, katılmayanlara ise disiplin cezası verileceği söylendi. Süreç içerisinde, dolaplarda seccade ve Kuran-ı Kerim bulundurmak yasaklandı, bunların hepsi “tedbir, ihtiyat” için yapılıyordu. Müfettiş gelecek söylentisi, sürekli bir fısıltıya dönüşmüştü ve hepimiz korkuyorduk. 13 yaşında bir çocuk olarak, bunlara anlam vermeye çalışıyordum. Ama o dönem, bir hocamdan duyduğum “Başınızı açmazsanız, burada olacaklardan siz sorumlu olacaksınız, bu ‘kafirlikle’le eşdeğer” minvalindeki sözlerin beni yaralamasının sızısını hâlâ içimde taşıyorum. Ötekileştirme, her durumda acı verir insana. Ancak bunu “kendi içinizden” birileri yapıyorsa acınız katlanır, olanlara anlam veremezsiniz. O dönemde, hocamın söylediği sözlere Hocaefendi tarafından verilen “Genç kızlarımızın zorlanmaları halinde tercihlerini eğitim gören hedefinden yana yapmalarını arzu ederim. Tabii ki, dini mülahazalarla başlarını örten hanımlara müdahale edilmesine karşıyım. Onların dinin detayına ait bir konuyla tahsilleri arasında tercih yapmak zorunda bırakılmalarına üzülüyorum. Ama toplumumuz hassas bir dönemden geçiyor. Herkesin bunu göz önüne alması lazım. Bir taraf bunu kavga sebebi yapmamalı, diğer taraf da tepkileri kavga başlatıldı diye görüp üzerine gitmemeli” demecindekine benzer söylemleri referans gösteriliyordu. Hocaefendi, açıkça “Açın!” dememişti ama sözleri herkes tarafından kendince yorumlanmış ve bazı insanlar başını “hizmet” için açmamanın “küfür” olduğuna kanaat getirmişti. Başımı açmadığım için, çok sevdiğim okulumdan kızgın, kırgın ve küskün olarak ayrılışımı, arkadaşlarımı orada öyle bırakmanın acısını dün gibi hatırlıyorum. Oradan ayrılıp başka bir şehirdeki Anadolu İmam-Hatip Lisesi’ne, üniversiteye giriş sınavında 60 puan geride başlayacağımı bilerek, okulların açılış tarihinden üç hafta sonra geçmek zorunda bırakılmıştım. Bu konuda pişmanlığım olmasa da halen bir burukluğum vardır. Çünkü ortaokulda o okula gitmemin nedeni de kendi şehrimde başörtülü olarak okuyamamamdı. Yani başörtüsü yasağı, beni 3 yıl içinde 3 şehir değiştirmeye zorlamıştı.
Bu şahitliklerden sonra, “Sürecin birinci hedefi Hocaefendi ve camiasıydı. Zira cuntacılar siyaseti budamanın ötesinde, toplumu dönüştüren eğitim kurumlarını yok etmeyi istiyordu” sözleri benim nezdimde anlamsızlaşıyor. Evet, o dönemin hedef tahtasında Müslümanlar vardı ve elbette cemaate mensup insanlar arasında da yara alanlar oldu. Ama hâlihazırda hapiste olan, idamla yargılanan, okullarına alınmadıkları için evlerine dönen, başını açarak okula devam edip okul içinde ciddi ayrımcılıklarla boğuşan kadınların hepsinin bu “camia”dan olduğunu mu varsaymalıyız? Bunu varsaymazsak, bu insanları nasıl değerlendireceğiz? Ayrıca bu dönemde katsayı sorununa maruz kalan ve öğrencileri başka okullara gitmek zorunda bırakılan okullar, İmam-Hatipler değil de, Hocaefendi’ye bağlı okullar mıydı?
Hocaefendi için kullanılan “tarihin gördüğü en büyük linç kampanyasına muhatab oldu” cümlesi bu yazının vardığı son nokta. Zira Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana zulüm gören Müslümanlar, bu cümlenin hiçbir yerinde var olamıyor. 28 Şubat sürecinde, bir eyleme katıldığı için 14 yaşında tutuklanan, 10 yıl cezaevinde kalan, gençliği çalınan Yakup Köse’yi bu sözlerin ardından nereye koyacağız? “İkna odası”na zorla alınan ve türlü psikolojik işkencelere maruz kalanlar kimler sahi?
Zaman gazetesinin o dönemde “Bütün mağdurları ikna edici bir dille savunma alanına çekmesi” övünülecek bir şey değildir Sayın Korucu. Aksine bence hatalarımızla yüzleşmeli, mücadele etmeye çabalayan insanların yanında yeterince duramadığımız için muhasebe yapmalı, af dilemeliyiz. 28 Şubat’ı, bütün Müslümanlar yeniden düşünmeli. Kendini aklamak için kafasını kuma gömmek yerine, “Hatalıyım, ama o zamanın şartları bu şekilde davranmayı gerektiriyordu.” demek de bir kemalattır. Geçen süre boyunca Bülent Korucu’nun çizgisini değiştirmediğini ve bir muhasebeye girmediğini 10 gün önce yazdığı yazısından anlayabiliyoruz.
Bülent Korucu’nun 18 Şubat 2014’te yazdığı “Neo-28 Şubatçılar” başlıklı yazısına bakalım. “Bugün yaşadığımız ‘neo-28 Şubat’ sürecinde yeni bir kasetçilik şekli türedi. Klasik 28 Şubatçılar, mevcut kasetlerden kes-yapıştır usulüyle çalışıyordu; neo-28 Şubatçılar hayalî kaset üretiyor” diyor.
Yine Zaman gazetesi yazarı Mümtaz’er Türköne “Çevik Bir’in tehditleri ile Başbakan’ın gazetecileri hedef alan tehditleri arasında ne fark var? … Devleti var eden hukuk 17 yıl önce mi, yoksa bugün mü daha çok yara almıştı? O dönemi yaşayanlar, ellerini vicdanlarına koyup bu soruya cevap versinler.” diyor dünkü “Bu seferki ‘ara dönem’ ne kadar sürecek?” adlı yazısında. 1997 yılında, 13 yaşında darbeyi müşahede eden biri olarak, elimi vicdanıma koyarak, darbe yapmak suçundan yargılanan bir asker ile bir başbakanı mukayese etmekteki yanlışlığı ve hatta vicdansızlığı kabul edemiyorum.
Mustafa Ünal “28 Şubat’ın 2014 versiyonu” başlıklı yazısında, “1997’nin 28 Şubat’ı ‘1000 yıl sürmedi’. Ancak bugünlerde tekrar nüksetti” diyerek önce çözüm sürecine çakıyor. “Çıkış yolları bir bir kapanan Başbakan son çare olarak 28 Şubat’ın 2014 versiyonuna sarıldı. Kaderin cilvesi birinci 28 Şubat’ın mağduruydu. Bugünkü 28 Şubat’ın ise en ateşli aktörü. Çevik Bir’i de, Nuh Mete Yüksel’i de aştı. Yüksel’in iddianamesinden cümleler var konuşmalarında. Vural Savaş’ın RP iddianamesindeki ‘kan emiciler’ gibi sert ifadelerini de kullanmaktan çekinmemekte. Erdoğan’ın bugün söylediği ‘örgüt, çete, devlete sızma’ gibi her iddia yargıya taşındı. Sonuç beraat. Üstelik o günün zor şartlarında. Cumhurbaşkanı Gül mü? O soru işareti. İkinci 28 Şubat’taki rolü belirsiz. Birinci 28 Şubat’ın aktörleri çok kararlıydı. 1000 yıla yayılacaktı. Ömrü çok kısa oldu. 2014, 28 Şubat’ının aktörü de gözünü karartmış durumda. Ötekiler kadar ‘ihlâslı’ değil. O yüzden başarı şansı hiç yok” diyerek Mümtaz’er Türköne ile ağız birliği edercesine Çevik Bir benzetmesi yapıyor. Hem de şu günleri, o dönemki zulümle eşdeğer hale getiriyor.
Yazık! Düşman üretmek, kitleleri yazdıklarıyla yönlendirmek nefret söylemleri… Bunu “her iki taraf” da yapıyor ama “bugünkü hükümeti darbecilerle aynı kefeye koymak” en iyi tabirle aymazlık…
Bu kadar çirkinliğin arasında bir umut, Hucurat Suresi’nden filizleniyor: “Bütün müminler kardeştir. O halde, (her ne zaman araları açılırsa) iki kardeşinizin arasını düzeltin ve Allah'a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun ki O'nun rahmetine nail olasınız.” ayet-i kerimesi sanki bize beklemeyi ve dua etmeyi öğütlüyor.