Edebiyat zordur. Köklerden kelimeleri ve kelimelerden cümleleri kurmak meşakkat ister. Müziğin edebi ise tamamen hayalin düzlemindedir. Bir nağme, adabını bilenin icrasında asla dille açıklanamayacak yeni bir hayal ve yeni bir hakikat doğurur. İbrahim Maalouf işte bu adabla amcasının o muhteşem romanına sığdırdığı limanın hikayesini, o limana yazılacak tüm hikayeler, orada gerçekleşecek tüm olaylar, duracak tüm zamanlar ve kazınacak tüm kareler ile birlikte bir besteye sığdırabiliyor.
SERTAN ŞENTÜRK
Edebiyat zordur. Köklerden kelimeleri ve kelimelerden cümleleri kurmak meşakkat ister. Güzeli anlatmak ancak güzelin varlığını sözcüklerle de yaratabilmekle sınırlıdır ve o kadar da sınırsız. Güzelin ötesindeki yaşamı anlatmak, gerçekliğin zarafetini yakalayabilmek ise bir şiir kadar imkânsız. Zira edebiyat, hakikat ile gayrısını aynı yere taşır.
Edebiyatın aksine müziğin gerçekliği sadece havayı titreştirir. Müziğin edebi ise tamamen hayalin düzlemindedir. Onun anlattıkları sözlerle çakışmaz; ancak sözler o tasviri yakalayıp anlamlandırmaya çalışır. Yine de, havada ufalsın ya da yazıya dökülsün, duyulan ya da okunan her yüklem önermecidir ve bu sebeple bir yüklenilenin izdüşümü olarak kalır. Tüm metinler en iyi icazete ulaşamadan sonsuza kadar yenilenir. Bir nağme ise, adabını bilenin icrasında asla dille açıklanamayacak yeni bir hayal ve yeni bir hakikat doğurur.
İbrahim Maalouf’un bu adaba kadir olmasına şaşmamalı. Eşsiz icracılarından biri olduğu J.S. Bach gibi o da müzisyen bir ailenin kuşağı. Babasının yeteneği ve mucitliğinden yadigâr bir makamat icracısı. Böylelikle çocukluğundan şekillendirmeye başladığı notalar, hem Jan Garbarek’in mavi nefeslerine hem de Anouar Brahem’in hicazlarına yek bir saygı. Amin Maalouf’un yeğeni olmasıysa bir şans belki, fakat bu aile içinde pek de rastlantı değil. Belki de bu edep sayesinde İbrahim, amcası Amin’in o muhteşem romanına sığdırdığı limanın hikayesini, o limana yazılacak tüm hikayeler, orada gerçekleşecek tüm olaylar, duracak tüm zamanlar ve kazınacak tüm kareler ile birlikte bir besteye sığdırabiliyor.
Maalouf, doğduğu şehri salt bir neşe ya da hüzün olarak sunmuyor. Betimine; öncülü ile sağdaşıtrompetine şehrin içiçe geçmiş katmanlarını saklıyor. Onun uzun notalarından motorların şeritsiz düzeni ve sokaklardan evin yoluna çıkan gece sessizliği kazılıyor. Beyrut’un en az üç dilde yapılan sohbetlerine gitarlar, tuşlular ve perküsyonlar sonsuza eğrilen dakikalar boyunca eşlik ediyor. Anlatılanlarsa -bir kısmının hala Türkçe hatırlandığı- ama anlatanların ne tutundukları ve ne de koparıldıkları diyarlarda duyulmak ve bilinmek istenilmeyen hikâyelere bağlanıyor. Gitarlar ve tuşlular ölçü tekrarlıyor, elektrikler kesiliyor, köşe başında Feyruz duyuluyor, manavlarda alışveriş yapılıyor ve kediler damlarda geziyor. Trompetin melodisi, son yaptığı rike mahlasını yerleştirmekle uğraşan Kevork’un atölyesindeki keyifli tahta kokuları, binaların güney cephelerinde mermi ve fosfor izleri taşıdığı mahalleler, arakların sunulduğu sofralar, hepsi Biblos’a bağlanan yollar veTaşnaklar’ın duvar yazıları arasında geziniyor. Ardından sesler kısa bir süreliğine Beyrut’u terk ediyor: Paris’in banliyölerine, dağlarını bırakıp Güney Amerika’ya göçmüş Marunilere uğruyor.
Bazen de o sol minör melodi şehirle en ufak bir ilgisi olmayan anılara, fotoğraflar arasındaki bir bakışa, saçların yatağa değişine, bir özleme ve bir kahvenin hatırına takılıyor. Ve gitar ölçüleri yine tekrar ediyor, İbrahim sakinliği bir kenara bırakıyor. Müzik patlıyor; cazı ve hicazlığı bir köşeye atıyor. Trompet fondan çekiliyor. Yaşlar, hırslar ve hınçlar dökülüyor. Beyinde kıvılcımlar çakıyor. Düşünceler, sahneler, sevgiler ve kediler birbirine giriyor. Hayat da inerek, çıkarak, yenilenerek ve sabrederek devam ediyor.
Beirut her dinleyişte başka bir kelama eriyor: Ta ki tüm kelamlar İbrahim’in son notasında sessizliğin çığlığıyla tamama erene, tuşluların temasıyla sonu ve başlangıcı birbirine bağlanana ve o esle yeni bir hayal ile yeni bir hakikat yaratılana kadar…