Geçtiğimiz günlerde Berlin’e yaptığım seyahatte, Rudi Dutschke caddesinden geçerken Alman dostum Franziska’dan, can kulağıyla dinledim Dutschke’nin hikâyesini...
NAYAT KARAKÖSE
nayatk@gmail.com
Marksist olan Rudi Dutschke, nam-ı diğer ‘Kızıl Rudi’ ‘68 olaylarında Almanya’nın en ünlü öğrenci liderlerinden biri kabul edilir. Dutschke, 1962’de Bern Rabehl ile birlikte ‘Huzur Bozucu Eylem Grubu’nun Berlin ayağını kurar. 1965’te Almanya Sosyalist Öğrenciler Birliği’ne (SDS) katılır. SDS ile birlikte üniversite reformları için ve ayrıca Vietnam Savaşı’na karşı birçok gösteri düzenler. 2 Haziran 1967’de öğrenci Benno Ohnesorg'un, İran Şahı’na karşı yapılan bir gösteri esnasında, bir polis tarafından vurularak öldürülmesinden sonra, Dutschke ve SDS cinayetin aydınlatılması için tüm ülkede oturma eylemi yapılması çağrısında bulunur. Öğrenciler, Axel Springer'e bağlı yayın organlarının kampanya yapar gibi haber yapmaları nedeniyle Ohnesorg'un ölümünden Springer medyasını sorumlu tutarlar. Bu süreçte iyice ün kazanan Dutschke, 11 Nisan 1968’de Kurfürstendamm caddesindeki SDS bürosunun önünde Josef Bachmann tarafından üç el ateş edilerek vurulur. Durumu ağırdır, beyninde büyük bir hasar oluşmuştur ve saatler süren ameliyat sonucu hayata döner.
‘Pis işler’e davet
Öğrenciler Dutschke’yi hedef haline getiren, kışkırtıcı yayınlar yapan Springer medyasını bu suikastten sorumlu tutar. 7 Şubat 1968 tarihli Bild gazetesi şunları yazmıştır “Tüm pis işler polise ve onun su fışkırtıcılarına bırakılamaz.” Suikasttan bir gün önce de ‘elebaşıların yakalanması’ çağrısında bulunur. Bachmann 7 yıla mahkum olur. Dutschke onunla mektuplaşır ve ona kişisel bir kininin olmadığını iletir. Bachmann, 24 Şubat 1970’de hapishanede intihar eder. Dutschke çalışmalarına devam eder ve 1979 yılında suikast sonucu sık sık yaşadığı sara krizi sonucu boğularak ölür.
30 Nisan 2008’de Berlin Kreuzberg'de, Koch Caddesi'nin (Kochstraße) bir kısmının ismi Rudi-Dutschke Caddesi olarak değiştirilir. Gelin görün ki 68’lerde ‘Kızıl Rudi’nin suikastına neden olan provokasyonu yapmakla suçlanan Bild gazetesi de bu cadde üzerinde yer alır, caddenin ismi Axel Springer’dir.
Her 19 Ocak’ta gerçekleşen anmada Ergenekon Caddesi tabelası üzerine Hrant Dink Caddesi tabelası konuyor. Henüz Hrant Dink’in ismi İstanbul’da herhangi bir caddeye veya sokağa verilmiş değil. Almanya’nın en takdir edilecek özelliklerinden birisi de zaten geçmişi bugünle kesiştirerek gündelik hayatta hatırlatması. Springer medyasındaki gazeteciler tetiği bizzat çekmedi ama ürettikleri nefret ve kışkırtıcı haberler üç kurşun olarak geri döndü. Ne kadar tanıdık bir hikâye değil mi?
Payımıza düşen
Hrant Dink’in vurulduğu Halaskargazi Caddesi’nin ismi pekâlâ Hrant Dink Caddesi olabilirdi, her 19 Ocak’ta birkaç saatliğine konan tabela daimi olabilirdi. Bizim payımıza düşen, Talat Paşa isimli sokaklarda yürümek, Ergenekon Caddesi’nde nefes almak oluyor. Adalete erişmiş olarak Hrant Dink Caddesi’nden yürümek yerine, Erhan Tuncel’in serbestçe dolaştığı caddelerde yolumuzun onunla tesadüfen kesişmesi insanın ağrına gidiyor, ağır geliyor.
Berke Hatipoğlu (müzisyen) |
1- Pink Floyd - Dark Side of the Moon
2- John Fowles - Büyücü
3- Stanley Kubrick - Full Metal Jacket
4- Breaking Bad
5- Digitalartsonline www.digitalartsonline.co.uk
Dünyanın tüm beyazları birleşin!
BAWER ÇAKIR
bawercakir@gmail.com
Bir gün yolunuz Bolivya’ya düşerse yapmanız gereken ilk şey aşırı yüksek yüksek tepelere kurulan şehirlerinde baş ağrısından bitap düşmemek için koka sekeri emmek. Kendinize geldiğinizde yapacağınız ikinci şey ise ülkenin güneyinde bulunan Salar de Uyuni’ye gitmek olsun.
Times gazetesi tarafından hazırlanan dünyanın en harika yerleri listesinde zirveye oturtulan Salar de Uyuni, Tuz Golü’nden 7 kat daha büyük bir alan. Yerden tam 3500 metre yükseklikte ve 10 milyar ton tuz kapasitesine sahip, zamanın ve dünyanın dışında gibi duran bir yer.
Zaman ve mekan kavramının havada asılı kaldığı, önce bu iki mefhumu, ardından da kendi gerçekliğinizi unuttuğunuz ve ‘an’ın parçası olduğunuz Salar de Uyuni insana yeniden başlama hissi yükleyecek kadar da kudretli. Ucu bucağı olmayan tuz ülkesinde biraz zaman geçirdikten sonra hissettiğiniz tek şey hiçlik. İnsan şu soruyu sormadan edemiyor: Acaba Angeleopulos ‘Sonsuzluk ve Bir Gün’ü çekmeden önce burayı ziyaret etti mi? Çünkü Uyuni tıpkı Angeleopulos’un filmindeki gibi bir hisle sizi sarıp sarmalıyor. Her şey o kadar beyaz, o kadar parlak ki dünyada başka bir renk yokmuş ya da kalmamış diye düşünüyorsunuz. Saatlerce gidiyor, gidiyor, gidiyor ama sonunda sanki hiç gitmemiş gibi, aynı yerde kalmış ya da aynı yere dönmüş gibi bir hisle, kuyruğunu yakalamaya çalışan bir kedi gibi kala kalıyorsunuz.
Salar de Uyuni sadece tuzdan müsemma da değil üstelik. Etrafındaki kızıl ve yeşil göller, pembe flamingolar, kaya ağaçları, Instagram’da bulut fotoğrafı çekmek konusunda uzmanlaşanlara nefis görüntüler vaat ediyor. Bolivya da Uyuni’ye düzenlenen turlar ise çok ucuz. Böylesi bir turistik merkez için komik bile sayılabilecek hesaplar ödüyorsunuz, bazen insan üstüne para vermek istiyor. Üç gün iki gece suren turun sonunda güneş ve beyaz tuzlar nedeniyle bronzlaşmanız da cabası. Ve Uyuni de kulaklara fısıldadıkları gibi, şayet şanslıysanız yağmur yağar ve siz de dünyanın en büyük aynasında kendinize ve dünyaya bakma şansını yakalayabilirsiniz.
Yolun keyfini beklemeyin, siz harekete geçin ve yolunuzu mutlaka Bolivya’ya, sonra da Uyuni’ye düşürün. Tünelin sonundaki ışıkların nerede yaşadıklarını göreceksiniz, sırf bunu görmek için bile o kadar yolu gitmeye değer.
Reyting havuzuna bodoslama dalanlar
UĞUR KILIÇ
ukilic89@gmail.com
Yıllar önce TV'den kopmuş biri olarak beni derin endişelere gark eden bir sıkıntı neticesinde bir akşam halk arasında zap denen illete bulaşmış bulundum. Nasıl olduysa bir anlık gafletle kendimi “Ben buradan atlarım” isimli tuhaf bir yarışma programı izlerken buldum.
Tam orada, karşımda bornozuyla ve bıyığıyla oturan bir Bayhan vardı. Gerçeklikten koptuğumu düşünürken silkinip kendime geldim. Bunda jüri koltuğundan Armağan Çağlayan'ı görmemin rolü büyüktü. Yaşadığım şoku atlatıp olup biteni anlamaya çalıştım. Çok zor olmadı, zira böylesi kaotik bir ortamda havuz, Fatih Aksoy ve Gamze Özçelik varsa bunun tek bir açıklaması olabilirdi; Show TV gerçekten zor durumda olmalı.
Bir grup neden ünlü olduğu anlaşılamayan ve gözden düşmüş isimler belirli yüksekliklerden tuhaf figürler sergilemeye çalışarak olimpik bir havuza atlıyor ve yine biraraya nasıl getirildikleri anlaşılamayan bir jüri topluluğunca atlayışları değerlendiriliyor, cesaret ve teknik adı altında ayrı ayrı puanlar veriliyor ve son olarak seyirci oylarıyla da haftanın birincisi seçiliyor.
Her şey o kadar gerçeküstü ki, o kadar içten bir reyting kaygısı var ki, bu durum Semiha Yankı’ya atlayıştan hemen önce Ankara havası oynatıyor. Canlı yayınlanan ilk bölümden sonra beklenen oldu; program bant yayınına geçti ve sunucuların da görevine son verildi. Armağan bey programa yapılan eleştirilere kahramanca göğsünü siper etti.
Neyse ki, sonuç olarak böyle bir formatın topluma kazandırabileceği tek şey, gençleri su sporlarına yöneltmesi ve göze ‘eye liner’ çekip, suya bodoslama atlanılmaması gerektiği… Olsun, canımız sağolsun.
İstanbul Valisi Mutlu'ya hangi “marjinal gruptan” hangi şarkıyı hediye ederdiniz?
-
Amorf
REDD-Özgürlük Sırtından Vurulmuş
-
Eylem Adalet
“Yoktur üstüne senin güzeli çirkin yapmakta, suçuysa
dünyaya atmakta” sözleri emekçilerden hükümete gitsin
-
Tuğçe Oklay
Burnin’ And Lootin’ - Bob Marley
-
Mvlt
Keny Arkana-La Rage
-
Mert Selek
Irish Rebel Songs - Come out and Fight
Köln'deki terzi atölyesinde her hafta dört gözle Agos bekler ve okurum!
Samatya-Köln / Manuk Yelegen