Can Öktemer, sessizce yok olan Tarlabaşı’nı tek fotoğraflayan ve bu fotoğrafları Ayıp Şehir isimli bir kitapta toplayan Ali Öz’le, belgesel fotoğrafçılığını, bunun önemini, Tarlabaşı’nı, İstanbul’u ve soylulaştırmayı konuştu.
Can Öktemer
temercan.ktemer7@gmail.com
Tarlabaşı’nda “kentsel dönüşüm” hızla devam ediyor. Bir semtin mimari dokusu tamamen değişirken, semt giderek ıssızlaşıyor ve çoğulcu bir kültür sessizce İstanbul’u terk ediyor. Bütün bunlar üzerlerinde koca koca reklam panoları olan dev bariyerin arkasında neredeyse hiç kimse görmeden oluyor. Sadece bir kişi hariç… Belgesel fotoğrafçı Ali Öz, hiç kimsenin yanlarında olmadığı zamanlarda, hiç kimsenin yanında olmadığı insanlarla dayanıştı ve yok olurken kimsenin ses çıkarmadığı bir kültürü, bir mekânı ve bir semti fotoğrafladı. Bunu turistik bir amaçla yapmadı, ki Tarlabaşı’ndaki insanlar da turistik merakla yıkıntıların fotoğraflarını çekenlere “Ali Bey hariç, kimse fotoğraf çekmesin” diye not yazdılar. Daha sonra bu fotoğrafları, Ayıp Şehir isimli çok güzel bir kitapta topladı. Biz de bu kitabı bahane ederek, Ali Öz’le belgesel fotoğrafçılığını, bunun önemini, Tarlabaşı’nı, İstanbul’u ve soylulaştırmayı konuştuk.
“Belgesel fotoğrafçının ekonomik sorunları çözümlenmediği için…”
- Türkiye’nin birçok yerinde kentler dönüşmekte, tarihi önemi olan yerleşim yerleri yıkılmakta. İnsanların bellekleri, tarihleri, anıları bu kadar tehlike altındayken, sizce fotoğrafların ve fotoğraf sanatçıların gerçeği ve tarihi belgelemek konusunda önemleri giderek artacak mı?
Belgesel fotoğrafçının ekonomik sorunları çözümlenmediği için, bugün dijital teknoloji ve photoshopla birlikte müthiş bir dijital kirlilik yaşanılıyor. Ben yine de yalın ve somut fotoğrafın yalansız dilini elimden geldiğince kullanmaya devam ediyorum. Bu benim yaşam biçimim, çünkü biz 78 kuşağıyız, çıkarsız, beklentisiz sevmeyi bilen bir kuşaktan geldik.
- Dijital teknolojinin bu kadar geliştiği ve fotoğrafın salt bir anı, eğlence karelerine dönüştüğü bir dönemde belgesel fotoğrafçılığının geleceği için neler düşünüyorsunuz?
Bugün belgesel fotoğrafçılığının geleceği konusunda kuşkum var. Ekonomik nedenlerle bugün birçok önemli fotoğrafçı, fotoğraf çekmeyi bıraktı, workshopçılıkla hayatını kazanmaya çalışıyor. Dünyanın önemli birçok fotoğrafçısı da bu yolu deniyor, hatta bu tanınırlıklarını reklam yıldızlıklarına transfer ettiler. Fotoğraf konusunda ahkâm kesen herkese sorduğum temel bir sorum var; sonuçta biz bir iş yapıyoruz ama belgesel fotoğrafçı nasıl geçinecek? Asla bunun cevabını alamıyorum, utanarak bana workshopçılıkla diyebiliyorlar. Oysa yalnızca bu Tarlabaşı çalışmamda 2 yıl çalıştım ve harcadığım para, yaşadığım stres cabası. Sergi ve özellikle kitap aşamasında engellemeye çalışanları hiçbir zaman affetmeyeceğim. Karşı Sanat’tan Feyyaz Yaman'ın öncelikle manevi desteği ve Yurtiçi Kargo’nun kitap için verdiği destek sayesinde biz bu güzel kitabı yapabildik ve Fotoğrafevi Yayınları’nda kalıcı bir yapıt olarak yerini aldı.
Dalan: “3-5 Rum'un evini yıkmakla ne olacak?”
- 1989'da Bedrettin Dalan'ın imza attığı yıkımlarda da Tarlabaşı'ndaydınız. Dalan, 350 tarihi binanın yıkımını 'bizim kültürümüz değil ki' diyerek savunmuştu. Peki, o evler kimindi? O yıkımda evlerini kaybedenler şu anda nerede?
Burası Rum, Ermeni ve Yahudilerin yaşadığı, 1900’lü yıllarında kurulmuş, o dönemin ticaretle uğraşan insanlarının oluşturduğu bir semtti. Hatta burayı Venedik’e, Venedik’in susuz haline benzetirlerdi. Yüzyıllık süreçte burada değişik zamanlarda, dönemsel göçler oldu. Bunların yakın zamandaki en büyüğü sayılan 6-7 Eylül’de Beyoğlu'nda Rum ve Ermeni vatandaşlarımıza yapılan saldırılarla gerçekleşmiştir. Daha sonra da 64’teki Kıbrıs olayları... Neticede buradaki insanlar buraları bırakıp, dünyanın dört bir tarafına dağıldılar. Daha sonra buralar devletin de desteğiyle hızla el değiştirdi. Bedrettin Dalan'ın “3-5 Rum'un evini yıkmakla ne olacak?” dediği Tarlabaşı Bulvarı açılması sırasında, en büyük mimari katliam yapıldı. Daha sonra burası gelen tüm iktidarlar tarafından kendi kaderiyle baş başa bırakıldı. Yani buranın ölümü tescillendi.
- Feyyaz Yaman, 'İstanbul kendi depremini beklemiyor, İstanbul kendi depremini yaşıyor' diyor kitapta. İstanbul gibi kadim bir şehrin her iktidarla neredeyse yeniden dizayn edilmesi ve bu yeniden dizaynla kendi kültürünü kaybetmesinin altında ne yatıyor? 'İstanbul'u fethedebilme'nin tarif edilemez iktidarı mı?
“İstanbul kendi depremini bekliyor” sözü, biraz somut beklenen depremle ilgili olarak aslında metaforik el değiştirme olarak söylenmiş, bir şehrin ana kültürünün yok edilmesi, soylulaştırma adına soysuzlaştırılmasıdır. Şehrin “asıl sahipleri”nin sürülüp, yeniden dizayn edilmesidir. O yüzden yüzyıllardır İstanbul'un fetih törenleriyle kültürel olarak fethedemedikleri bir şehri, her sene bu tür törenlerle fethetmeye çalışıyorlar.