Sinema, tiyatro, unutulmaz TV dizileri derken Uğur Yücel, şimdi de ilk kitabıyla karşımızda. ‘Yağmur Kesiği’ ile edebiyat dünyasına merhaba diyen Yücel’in öyküleri çocukluğunun İstanbul’una Kuzguncuk’una birer ağıt. Yücel, “Kendimi çokkimlikli hissediyorum. Bu çocukluktan beri böyle. Noel zamanı sokakta hindiciler dolaşmaya başladığında bizi de heyecan sarardı. Bütün bayramlar herkesindi” diyor.
FERDA BALANCAR
ferda@agos.com.tr
Sinema, tiyatro, unutulmaz TV dizileri derken Uğur Yücel, şimdi de Can Yayınları’ndan çıkan ilk kitabıyla karşımızda. ‘Yağmur Kesiği’ Yücel’in 22 öyküsünü içeriyor. Öyküler, İstanbul’un ve özellikle Kuzguncuk’un ‘eski günleri’nde geçiyor. Yücel’in bazı öykülerindeki yoğun şiirsellik, usta bir oyuncunun yanı sıra usta bir yazarın da habercisi gibi. Öyküler üzerine fazla ayrıntıya girmeden, Uğur Yücel ile İstanbul’dan, Ermenilere ve diğer azınlıklara, edebiyattan sinemaya kadar geniş bir yelpazede sohbet ettik.
• Sevdiğiniz yazarlar mutlaka vardır ama benim sormak istediğim; bu öyküleri yazarken etkilendiğiniz, ilham aldığınız yazar ya da yazarlar var mı?
Sadece okul dönemindeki Çehov okumalarımda yazarlık hevesi gelmişti... Öyleyse var diyeyim. Ama Çehov’dan etkilendim demek de bir garip. Yazdıklarımı hiçbir şeye benzetmiyorum ki. “Benzersiz” demek de komik olur. Sanırım bütün okumaların rüzgârı vardır üzerimde.
• Öykü yazmak sanırım oyunculuktan da senaryo yazarlığından da oldukça farklıdır. Senaryo yazarlığı da oyunculuğa dahil sonuçta… Öykü yazarken siz bu farklılığı nasıl hissettiniz, nasıl yaşadınız?
Uçan halıya binmek gibi öykü ya da roman. Uç uçabildiğin yere. Senaryo bağlayıcıdır. Olası bütçe bile bağlar yazıyı. Öyküde sözcüklerin özgürlüğü muazzam. Kaynayıp fokurduyor önünüzde. İstediğiniz lezzeti katabilirsiniz. Ama senaryo daha çok mühendislik işidir. Montaj masasını dahi düşünürsünüz. Hatta görsele göre kesersiniz sahneyi. Aslında senaristlik, yazarlıktan tamamen başka bir alan.
• Bundan sonra öykü veya roman yazmayı düşünüyor musunuz?
Düşünüyorum fakat tanımlaması farklı olacaktır. Bütün uğraş alanlarımı kapsayacak bir tasarı gelip gidiyor aklıma... Bir roman DVD’si yapsam mesela. Masamda anlatsam, rakımı içsem, yemek yapsam, sevdiklerimle olsam, onlara anlatsam. Mesela dışarıda dehşet bir kar var şu anda. Onun üzerine konuşsam. Sinema gibi. Evet, bu güzel bence. Şimdi öyle geliyor. Yazıp atarım nasılsa! Bu arada kitaba o kadar değişik yerlerden olumlu tepkiler geliyor ki şaşkınım. Bu, yazma isteği uyandırıyor insanda. Mesela neredeyse hayatında hiç kitap okumamış insanlar okuyorlar bu kitabı. Ben kimi hikâyelerin sadık kitap okuyucuları için bile yorucu olacağını sandığımdan çok şaşırıyorum tepkilere.
• Öykülerinizde yer yer yoğun bir şiirsellik göze çarpıyor. Şiir de yazıyor musunuz? İleride bir şiir kitabı da bekleyelim mi sizden?
Hiç şiir yazmadım. İçimden gelmiyor. Yazacağımı da sanmıyorum. Ben hiç kelime düşünemem. Yapı oluşturmak çok farklı bir ruh hali. Çok zevkli olmalı. Belki bu nedenle şiir okumayı severim. Şaşırtıcıdır ve karşınıza zeka koyar. Yan yana gelen iki kelime vurgun yaratır.
• Öykülerinizde etnik ve dini kimlikler oldukça görünür durumda. Ancak öykülerde kimlikler çerçevesinde yaşanan sosyal ve siyasal sorunlar, baskılar hemen hiç yer almıyor. Bu sizin yaşamış olduğunuz deneyimlerle mi ilgili yoksa yazarken ortaya çıkan bir tercih mi? Bu tür konuları başka bir kitap için saklıyor da olabilirsiniz…
Belki de içimdeki karanlığı ve acıyı böyle öykülerle hafifletiyorum. Demek ki böylesi hayallerde gerçeklerden çok uzak, daha güleryüzlü bir dünya kuruyorum. Bunların ardında aynı zamanda bir saflık var. Bu iyi bir şey. Bir yerlere kaçmak istiyorum o halde. Doğrusu, cevap verirken yeni şeyler düşündüğümü fark ediyorum. Çünkü yazmak üzerine yeni yeni konuşuyorum. Bu konuşmaya da çok hevesli değilim. Çünkü diğer yanlarım yazarlığa baskın. Hobi olarak kabul etmeliyim bu yazma işini. Hem o zaman saflığımın da korunacağını düşünüyorum. Öte yandan senaryo yazarken de saf olduğumu biliyorum. Bugün demek ki safiyet takılmış dilime. Sosyal ve siyasal konular daha çok sinemada gözükecektir. ‘Yazı-Tura’ öyle bir filmdi. Yeni gösterime girecek olan ‘Soğuk’ filmi de o türden bir filmdir.
• Evet, şu sıralar ‘Soğuk’ filmi üzerine çalışıyorsunuz. Bir de diziye hazırlanıyorsunuz. Bunlar hakkında bilgi verebilir misiniz?
‘Soğuk’un ufak tefek işlerini tamamlıyoruz. Festivallere gidecek önce. TV dizisinde ise Amerikan-İtalyan mafya ailesinin hayatını anlatan ünlü dizi The Sopranos’tan esinlenerek yeni bir anlatım deneyeceğiz... Gelecek yaza da bir komedi filmi yapmak istiyoruz.
• Anılarınızda pek çok Rum, Ermeni, Musevi var. Bugün çevrenize, İstanbul’a, yaşadığınız yerlere baktığınızda bir kayıp duygusu taşıyor musunuz?
Yetiştiğim yer ve yetiştirilişim doğrultusunda kendimi çokkimlikli hissediyorum. Bu çocukluktan beri böyle. Noel zamanı sokakta hindiciler dolaşmaya başladığında bizi de heyecan sarardı. Bizi de dediğimiz başka bir yer de yoktu zaten. Bütün bayramlar herkesindi. Süslü, hediyeli, sürprizli bir aydır benim için Aralık. Bu yüzden neredeyse en sevdiğim aydır. Ama bunu hissettiğimiz yerde dinden çok farklı bir şey var. Bu çocuksuluk bu yaşta hâlâ terk etmiyor insanı. Kendi semtimde bu eski duygudan hiç bir iz yok şimdi. Biraz Feriköy, Kurtuluş sokakları benziyor benim çocukluğumun seslerine. Doğrusu hiçbir öyküm gerçekle ilişkili değil. Bir enstantane bile yok gerçek kesitten. Ancak geçenlerde bu öykülerin aynı zamanda hasret olduğunu söylemiştim. Çocukluğuma, anama babama ve çocukken duyduğum bütün dillere, dinlere hasret. Hayatımızı kaybettik biz... Bunu tam da kalbinden söyleyecek biriyim.
• Çocukluğunuz ve ilkgençliğinizin geçtiği Kuzguncuk’ta 6-7 Eylül 1955 olayları anlatılır mıydı hiç? Yoksa Ahmet Hamdi Tanpınar’ın deyimiyle ‘sükut suikastı’na mı kurban gitmişti?
Anlatılırdı. Türkler utanırdı bu konunun açılmasından çoğunlukla. Dedem anlatırdı. Annem de. Her Türk’ün bir ‘Schindler’in Listesi’ hikâyesi de vardır. Ama annemin anlattığı ve koca ev halkının da bildiği gerçektir. Dedem bütün evi komşularla doldurmuş. Odalar, merdivenler, her yer... Kilisenin önüne gidip gençleri durdurmuş. Taşlamaya başlamışlar Rum kilisesini. “Allahın evi orası, ne yapıyorsunuz!” demiş. Durdurmuş da. Annem hem üzüntü hem de gururla anlatırdı.
• Ben de Sarıyer’de, sizden bir 10 yıl önce doğdum. 1974 Kıbrıs olaylarında özellikle Rumlara ve Ermenilere karşı oluşan olumsuz ortamı hatırlıyorum. Kuzguncuk’ta durum farklı mıydı?
Farklıydı diyebilirim diğer anlatılanlara göre... Yani Kuzguncuklular farklıydı. Çok iç içeydik biz, bütün dinler... Biz gençler o zaman devrimle uğraşıyorduk. Milliyetçilikten çok uzaktık. Bizim köye ‘faşo’ giremezdi. O zamanki sol net bir biçimde milliyetçilikten çok uzaktı. Adam gibiydi solcular. Öte yandan, papazlara taş atan mahalle çocukları, yeni yeni ortaya çıkmaya başlamışlardı. Bunlar sonradan Kuzguncuklu olanların, daha doğrusu, hiçbir zaman Kuzguncuklu olamayacak insanların çocuklarıydı. Bizim çocukluğumuz ve ailelerimiz onurlu ve insani değerlere saygılıydı. Gâvur lafı ettirmezlerdi kimseye. Siyasi karışıklık ortamında Yahudiler tedirginliklerini fısıltıyla söylerlerdi. Ermeniler bildim bileli suskun ve kederliydiler... Fakat özellikle Rumların çaresiz ve telaşlı yürüyüşlerini ve yüzlerini unutmuyorum. Ne yapacaklarını bilmez haldeydiler... Yeni sokağa çıkmış kedi gibiydiler... Halbuki onlar en eski İstanbulluydular. Şehrin neşesi, eğlencesiydi onlar. Hepimizi oyuna getirdiler. Türk ve Yunan devletinin faşistleri tasarladılar o savaşı. Bütün çocukluğum gidiyordu yavaş yavaş. Bunu çok koyu bir keder olarak hatırlıyorum.
• 19 Ocak 2007’de Hrant Dink, 24 Nisan 2011’de Sevag Balıkçı öldürüldü. Bu olayları ilk duyduğunuzda neler hissettiniz? Özellikle geçmişiniz, çocukluğunuz aklınıza geldiğinde neler düşündünüz?
Hrant’ ın acısı dinmeyecek ki. Bir film hikâyesi yazdım. Bilmiyorum ne zaman çekerim; doğrudan Hrant üzerine değil. Doğuda bir gazetecinin katli üzerine. Bir dönüşüm hikâyesi. Bunu yazdıran, duyduğum acıdır. Karakterin yüzü Hrant’ın yüzüydü benim için. Sevag Balıkçı’nın öldürülmesi ise mahallemden bir arkadaşımın daha yok olması gibi. Çünkü ben ve birçok arkadaşım bütün dinlere ve köyümüzün insanlarına çok saygılıydık. Bir bütünlük vardı. Sadece aynı semtten olmak bile ayrıcalıktı. Bizim evde, dedem, anneannem hacıydı. Ama yılbaşı kutlanırdı. Hindi pişerdi. Paskalya’da dedem renkli yumurta kırma oyunu oynardı bizimle. Ama kandillerde üç kata yayılmış aile, orta katta dedemin yanında radyo başında toplanır mevlit dinlerdi. Anneannemin, evimizin önünde son duası okunan Yahudi cenazesine Fatiha okuduğunu bilirim. Evimizde ‘tete’miz de vardı, Mayram halamız da, Madam Rebeka da. Bunlar yakın komşularımızdı. Ama o günlerin en küçük bir esintisini bırakmadılar bu güne... Siyasetçilerden söz ediyorum. İnsanları birbirine kırdıranların onursuzluğudur bu. İnsanlık tarihinin en büyük utancıdır. 20. yüzyıl isimli bir fotoğraf kitabı edinmiştim. Binlerce fotoğraf var kitapta. İnsanlığın toplu halde mutlu olduğu bir büyük fotoğraf bile yok koskoca yüzyılda. Karanlıklar çağı. Hiçbir siyasi cinayetin ardındaki karanlık aydınlanmıyor, çünkü bütün dünyada cinayeti işleyenler aynı insanlar. Bir büyük hücre.