Markha Valenta, ülkesinde istemediği sığınmacıları defetmek için umarsız bir çaba içerisinde olan Hollanda devletinin, radikal mahrumiyet sanatını icra etmenin yeni yollarını icat etiğini yazdı. Halit Yerlikhan çevirdi.
Markha Valenta
Bundan birkaç ay önce, Doğu Afrika ve Ortadoğu’dan gelen bir grup sığınmacı, haymatlos statüsüne sahip olmalarına, yani vatansız olmalarına karşın Hollanda devletinin kendilerine vatandaşlık vermeyi reddetmesini gürültülü bir biçimde protesto etti. Reddedildikleri sığınma merkezinin dışarısına, hemen bitişiğine çadırlar kurdular. Sığınmacılar insani yardım talebinde bulunmadıklarını, taleplerinin siyasi olduğunu vurgulamaktaydı. Sadaka talep etmemekte, kendilerini geçindirip, ayakları üstünde durabilmeleri için imkân tanınmasını ve kendilerine reva görülen insanlık dışı muameleye bir son verilmesini istemekteydiler. Oldukça basit bir talepleri vardı: Kendileri ve başkaları için, çalışma ve yaşamlarını kazanma hakkı talep ediyorlardı.
Bu, Hollanda devletinin hoşuna gitmedi. İvedi bir biçimde sığınma merkeziyle irtibata geçilip, bir eylem planı hazırlandı. Ulusal politikacılardan gelen baskı sonucu şehirdeki yetkililer, polise göstericilerin çadırlarını toplatıp, protesto alanını tahliye ettirdi. Bu, tek kelimeyle protesto hakkının ihlali ve bu hakkı tanıyan Hollanda yasalarının çiğnenmesi manasına gelmekteydi. Protestonun gerçekleştirildiği şehirde kanunların bu tür bir ihlalinin tekerrür etmemesi adına sığınma merkezinin çevresi, benzer bir protestoyu olanaksız kılacak şekilde büyük çitlerle çevrildi. Bu, şoke edici bir gelişmeydi: Hollanda devleti, diğer pek çok devletten farklı olarak, kendi koyduğu kanunları bariz biçimde ihlal etmeye nadiren yeltenmekteydi.
Fakat ‘sorun’ bu yolla hallolmadı; bilakis daha görünür bir hal aldı. Sığınmacılar iki gruba ayrıldı: Bir grup Amsterdam’da, diğer bir grup Lahey’de çadır kurup, bir kez daha aynı eyleme girişti. Lahey’deki protestocuların çoğu, ülkelerine geri dönmek istemeyen Iraklılardı. Irak devleti, ülkeye gönüllü bir biçimde dönmeyi reddeden Iraklıların vatandaşlıklarını tanımayı reddediyordu. Bu yüzden Iraklı protestocular, fiilen hukuken haymatlos statüsündeydi. Amsterdam’da ise en büyük grup, Hollanda devletinin baskılarına rağmen Somali büyükelçiliğinin vatandaş olarak tanımayı reddettiği, 50’yi aşkın Somaliliydi. Göstericiler, kâğıtsız oldukları için seyahat ve ikamet etme haklarından yoksundular.
Amsterdam’daki çadır kampının husule gelmesi mucizevî bir gelişmeydi. Yıllar yılı süren savaş, çatışma ve karşılıklı güvensizliğe binaen Somalili, Etiyopyalı ve Eritrelilerin birlikte mücadele edememeleri, işbirliği yapamamaları beklenirdi; fakat yaptılar. Muazzam bir baskı altında, ortak bir yapı yahut kişisel ahbaplığın, yakınlığın yokluğunda, yalnızca ortak sorunlarına, vatansız oluşlarına dayanarak hem de. Herhangi bir toplulukta faaliyet göstermiş biri, birbirlerini hiç tanımayan insanların ortak bir yaşam ve çalışma kültürü geliştirmelerinin ne kadar zor olduğunu bilir; hele ki bir sonraki günün neler getireceğini dahi bilemezken. Nasıl hayatta kalacaklardı? Yiyecekleri olsa bile, acaba başlarını yaslayıp, uyuyabilecekleri kuru bir zemin bulabilecekler miydi? Alacakları kararların sonuçları ne olacaktı?
Bunları kelimesi kelimesine, serinkanlı bir biçimde yazdığımı ifade etmek istiyorum. Sadece dünyanın en zenginlerinden olmayıp, aynı zamanda en insanilerinden biri gibi de görünen bir ülkede, bir grup insan sistemli olarak, olabilecek en sefil, ilkel ve psikolojik olarak yıpratıcı koşullarda yaşamaya zorlanmakta. Hollanda devleti, taammüden ve itina içerisinde bu insanların hayat koşullarını mutlak bir sefalet seviyesine indirgemek suretiyle, onlara nereye giderlerse gitsinler Hollanda’dakinden daha iyi durumda olacaklarını hissettirmeye ve düşündürmeye uğraşıyor. Oy verenlerle yeniden rabıta kurabilmek maksadıyla göçmenlik hususunda sağlam bir duruşa sahip görünmek isteyen hükümet, vatansız sığınmacılara işkence etmenin yeni yeni ve şiddet içermeyen yollarını icat ediyor.
Bu süreçteki herhangi bir adım, karar yahut eylemin korkunç bir niteliğe sahip olduğunu söylemek mümkün değil. Ancak bu adım, karar ve eylemlerin kümülatif etkileri tamı tamına bir garabet mahiyeti taşımakta. 1905 yılına kadar Çin’de, bin kesikle ölüm olarak bilinen bir infaz metodu uygulanıyordu: İsmiyle müsemma, elleri kolları bağlı olan kurbanın vücuduna kesikler atılması suretiyle yavaş, acı verici ve aşağılayıcı bir şekilde öldürüldüğü bir cezalandırma yöntemi. Bizim gördüğümüzse bunun bürokratik, yeni bir biçim kazandırılmış, yirminci yüzyıla uydurulmuş versiyonu: Kan dökülmüyor, insanlar kesilip, biçilmiyor. Kesikler safi psikolojik ve sosyolojik bir mahiyet taşıyorlar. Bu yolla sığınmacıların tüm toplumsal bağlarının koparılması, psikolojik dengelerinin altüst edilmesi suretiyle, umutsuzluğa gark olup başka bir yere gitmeleri sağlanmak isteniyor.
Birkaç gün önce Amsterdam’daki kamp yerle bir edildi. Önce protestocuların oluşturdukları insan zincirinin kırılması gerekmişti. Bu noktada atlı polisler devreye girdi. Daha sonra tüm sığınmacılar teker teker toplandı, parmak izleri alındı ve tutuklanarak bir otobüse bindirildiler. Sığınmacıların bir kısmının elinde ‘insanca bir yaşam sürmek istiyoruz’ yazılı dövizler vardı. Hollandaca yahut İngilizce konuşamayan diğerleriyse, arkadaşları gibi tutuklanana kadar ağızları bantlanmış bir şekilde olan bitene şahitlik ettiler.
Tüm bunlar saatlerce sürdü. Polis mesaisine sabah saat yedide, hava henüz aydınlanmamış ve ortalık sessizken başlamıştı. Tek tek her bir sığınmacının kimliklerini kayıt altına almak için kamp alanını defaten, bir ritüeli yerine getirirmişçesine turlayan güvenlik görevlilerinin ahvali, bürokratik, rasyonel devletin nişanesiydi adeta. Polis işini bitirdiğinde hava aydınlanmış, çocuklar okula gitmek için yollara düşmüş, meraklı komşularla, yerel ve ulusal TV kameraları olay mahalline intikal etmişlerdi. Otobüsler hareket ettiğinde, kimse içindekilerin nereye götürüldüğünü, sığınmacıların başlarına ne geleceğini bilmiyordu. Beyaz önlük giymiş bir takım görevliler, alanı çevreleyerek, yabancı eylemcilerin kaldıkları alanı dezenfekte etme işine koyulmuştu.
Polis, sığınmacıları uyruklarına göre tasnif etti. Günün sonunda tüm Somalililer, tanımadıkları, bilmedikleri sokaklara, diğerlerinin nerede olduklarından habersiz, öylece bırakıldılar. Polislere şimdi nereye gitmeleri gerektiğini sorduklarında, polisler omuzlarını silktiler. Sığınmacılara verilen mesaj açıktı: Ne yapacakları Hollanda hükümetinin umurunda değildi; onlardan görünmez olmaları, kaybolmaları, varlıklarıyla bu ülkeye daha fazla sorun yaşatmamaları isteniyordu. Bu tutumun Avrupa insan hakları sözleşmesi ve insan haklarına yönelik teamüllerle çelişiyor olması, Hollanda hükümeti tarafından önemsenmemekteydi.
Sığınmacıların eylemine dönük halk desteğiyse bir hayli cılızdı: Destek maksadıyla tertip edilen yürüyüşlerin bir tekinde bile katılımcı sayısı birkaç yüzü aşmadı. Onların sorunlarıyla ilgilenen yegâne siyasi parti, Uluslararası Sosyalistler’di.
Hem Hollanda ulusal ombudsmanı, hem de Avrupa İşkenceyi Önleme Komitesi, Hollanda devletinin kâğıtsız mültecilere dönük tutumunu gayri-insani bulduğunu beyan etmekte. Hollandalı gazeteci ve hukuk yazarı Folkert Jensma, mevcut sisteme dâhil olmanın, hapishane hayatı yaşamaktan farksız olduğunu ifade ediyor. Sığınmacılar günün 16 saatini küçük bir odaya hapsolmuş vaziyette geçirmeye zorlanıyor; telefona ve internete erişim ve ziyaretçi kabul hakları hayli kısıtlanıyor; düzenli olarak üst aramasına tabi tutuluyor ve denetleniyor; dikenli tellerin ardında tutuluyorlar. Orantısız ve yaygın biçimde kelepçe kullanımına başvuruluyor, yeterli tıbbi destekten mahrum bırakılıyorlar. Açlık grevine girenler, iradelerinin kırılması için tek kişilik hücrelere konuyor. Hiçbirinin eğitim alma yahut bir işe girme olanağı bulunmuyor.
İsveç, Avustralya ve İngiltere gibi ülkelerde vatansız sığınmacılara genişçe bir hareket alanı sunuluyor, spor yapmaları, dinlenebilmeleri ve çalışabilmeleri için onlara olanak sağlanıyor. Hollanda’daki alıkoyma merkezlerinde bu tür imkânların hiçbiri bulunmuyor. Sığınmacıların bu merkezlere hapsedilmelerindeki amaç, onları yasadışı bir yola tevessül etme cüretinde bulundukları için cezalandırmaktan ibaret.
Guantanamo’daki tutsaklar gibi, yargılanmaksızın ve herhangi bir suçtan ötürü hüküm giymeksizin mahkûmiyet hayatı yaşamaya zorlanıyorlar. Herhangi bir devletin destek ve korumasından mahrum olan kâğıtsızların kaderleri, kanunları ihlal etmekte bir sakınca görmeyen, her sığınma merkezini küçük birer Guantanamo’ya çevirmekten çekinmeyen Hollanda devletinin insafına kalmış durumda.
Devlet, yüzleşmeye hazır olmadığı sorunlarla karşısına dikilen sığınmacılardan korkuyor. Sistemi karşısına alan her tür eylem, boyutu ne olursa olsun bir tehdit olarak algılanıyor. Sığınma talebinde bulunanların, maruz bırakıldıkları politikalar hakkında görüş bildirme, alınan kararları etkileme hakları yok mudur? Avrupa’daki sığınmacılar ‘insan’ değil midir? Yoksa vatandaş olana yahut oturma izni edinene kadar kendilerine birer ‘hiç’ olarak mı muamele edilecek, edilmelidir?
Her ne kadar anlatılan Amsterdam’ın hikâyesi olsa da, an itibariyle Avrupa’nın hemen her yerinde –Viyana’da, Macaristan’da, Berlin’de- aynı minval üzere yerel protestolar gerçekleştirilmekte, sığınmacılar küstah devletlerin kendilerin reva gördükleri gayri-insani muameleye maruz kalmaktalar. Avrupa, tıpkı iktisadi kriz gibi nasıl yanıt vereceğini bilmediği bir sorunla karşı karşıya: Daha az zengin olmak ve oldukça korunaklı, handiyse kale gibi olan sınırlarımızdaki kontrolü bir miktar gevşetmek pahasına dahi olsa, daha adil ve merhametli olmaya cesaret edebilecek miyiz?
İngilizceden kısaltarak çeviren Halit Yerlikhan. Yazının orijinali için tıklayın
Markha Valenta, Nijmegen Radboud Üniversitesi’nde kozmopolit şehirlerdeki kültür ve din politikaları üzerine çalışıyor.