Tebriz gezisinden notlar: “Bir kadının hikâyesinden İran’a bakış”

İran sınırına yaklaşık kırk dakika kala not tutmaya başladım. Defterim genellikle, duyguların bastırdığı ve bir yerden çıkması gerektiği anlarda ortaya çıkıyor. İstanbul’dan yirmi kişi yola çıkmış, İran’a, daha doğrusu Tebriz’e gidiyorduk. İran’a ilk gidişimdi. Heyecanlı olduğum kadar, bu kadar kalabalık bir grupla bir yere gitmenin tedirginliği de vardı üstümde.

Her şey bir temmuz günü, gazetenin ‘bahçe’sinde, Baron’un (Pakrat Estukyan) “İran’a gidelim, Tebriz’deki Ermenilerin hac günü vardı, ona katılalım” demesiyle başladı. Fakat hac günü çok yaklaşmıştı, kaçırdık. Eh, olsun. Bu, Tebriz’e gitmeye engel değildi. Baron, Eylül için, bütün organizasyonu o kendine has rahatlık ve hafiflikle yaptı ve sanki her gün İran’a gidiyormuşuz gibi koyulduk yola.

Van’da kahvaltı ederken her şey hayli tanıdıktı. İlişki kurma biçimleri, birbirinin içine geçmiş kafe, kahvaltı salonu ve otopark... Karşımızda, belediyenin reklam panolarının ve asfalt yolun ardından görünen Van Gölü. Bir sonraki durağımız, otogar demeye bin şahit isteyen, daha çok kaotik bir çayhaneye benzeyen bir yer. ‘Sakatatçılar ve Kasaplar Çarşısı’ diye bir binanın da yer aldığı bir alan... Şoförümüz pasaportlarımızı topladı, kayıtlar alındı. İstanbul’dan gelen gözler etraftaki dağlara takılıyor. Ne de olsa alışık değiliz. Dağın tepesinde Türk bayrağı, üstünde “Ne mutlu Türk’üm ...” yazısı. Cümlenin sonunu herkes getirebiliyor; henüz tanıdık habitattayız.

Minibüse yeni yolcu

Şoförümüz birden, minibüste yer olduğu için Tebriz’e gidecek bir kadının da bizimle geleceğini açıklıyor. Grupta zincirleme bir ‘şehirli paniği’ başlıyor. Kilise-manastır gezeceğimiz turda kendini nasıl buluverdiğini bilmeyen, bizim de zor idrak ettiğimiz Ömer, azınlık ‘nabzımızı yoklayarak’ ilk itirazını iletiyor. Sonrası Türkiye’de doğduğu andan itibaren kendini ‘yabancı’dan koruması gerektiği refleksiyle yaşamış grup üyelerimiz, tanımadıkları birinin minibüse alınmasından tedirgin olup bu duygusunu paylaşmaya başlıyor. Ben sessiz kalıyorum. Ermenistan’da büyüdüğüm yer ufak bir şehir, böyle şeylere fazlasıyla alışığım. Kadını izliyorum. Yüzünde kayıtsız bir ifadeyle, olan biteni izliyor. Henüz Tebriz’e yani İran’ın Azerbaycan bölgesine gideceğimizi ve orada herkesin Azerice konuşacağını tam olarak idrak etmiş olmasak da kadının mimiklerinden durumu anladığını ama tepki vermediğini çıkarabiliyorum. Ben, grubun neredeyse bir varoluş meselesine dönüşen ‘kadını alıp almama tartışması’nı seyrederken, kadın birden çantalarını minibüsteki boş koltuğa bıraktı ve mesele böylece çözülmüş oldu. Kimseye itiraz hakkı kalmamıştı. Kadın bizimle aynı minibüste yolculuk edecekti. İsmi Sebo’ydu. Aslında bu, isminin, tanıştığımızda benim anladığım hâli. Ama, bu hikâyeden herhangi bir şekilde zarar görmemesi için, onu gerçek ismiyle anmamakta fayda var. Zaten, birlikte geçireceğimiz on saat içerisinde hakkında çok az şey öğrenebileceğim; o zaman, tanışıklığımız gibi ismi de yarım kalabilir.

Sebo’nun, tanımadığı insanların ona yardım etmeyi, onunla dayanışmayı sorun hâline getiren tartışmayı kabullenmeyişi çok etkilemişti beni. Şehre özgü insan ilişkilerinin tersyüz olacağı günler geçireceğimizin ilk habercisiydi bu olay. Şehir telaşını ve güvensizliği bir kenara bırakıp sınırı geçmemiz gerekiyordu.

Sebo, İran seyahatimizde, bu ülkeyle ilk ‘temas’ımız oldu. Seyahat ettiğimiz gün, Jina Mahsa Amini’nin öldürülüşünün yıldönümüydü üstelik. O yüzden İran’da geçirdiğim kısa sürede beni balon balığı gibi şişirmiş yoğun anılardan ve hikâyelerden, Sebo’nun hikâyesinin üstünde durmaya karar verdim. ‘Olağan’ akışında devam eden bir kadının hikâyesini minibüsün tuhaf ‘durak’larında, parça parça dinleyecektim. Bu ‘sıradan’ hikâye, İran’daki kadınların yaşamına dair bir perde aralayabilir.

Fotoğraf: Varduhi Balyan

Irgatlı’nın kavun ‘cenneti’

İlk tuhaf durağımız gecikmedi. Minibüs şoförünün, ilk kez işitildiğinde kulağa absürt gelen anonsunun (“Hadi, kavun molası”) ardından, kendimizi Irgatlı köyünün emektarı Sadri’nin bize kavun ve salatalık ikram ettiği, çardak şeklindeki dükkânında bulduk. Yılın dört ayını, başta o leziz kavunlar olmak üzere, topraktan gelen mahsulleri satmakla geçiren Sadri, geri kalan aylarda hayvancılıkla uğraşıyormuş. “Bizler ırgat olduğumuz için köyün adı Irgatlı” dedi; çölün ortasında vaha gibi duran ve hiçbir yatırım yapılmayan köyünü çok severmiş. Sınır bölgesinde yaşamanın nimeti olarak dört dil konuşan Sadri’nin hikâyesini fotoğrafla tamamlayalım:


‘Kurtulma’nın hüzün dolu mutluluğu

Otoyol kenarındaki bu soluklanma alanında Sebo hakkında ilk bilgileri öğrendim. Almanya’da üniversite okumak için yola çıkan kızını yolculamak üzere Van’a kadar gitmiş. Kızı Van’dan İstanbul’a, oradan İsviçre’ye, son olarak trenle Almanya’ya gidecek. Videoları gösteriyor. Bir yandan mutlu, “Kurtuldu!” diyor ama hemen ardından “Biliyorsun, Avrupa biz İranlılara çok zor vize veriyor. Kızımı bir daha ne zaman göreceğimi bilmiyorum” diye ekliyor. Yüzündeki o kayıtsız, mutlulukla hüzün arasında sıkışıp kalmış ifadenin sebebini ancak o an anlayabiliyorum.

Minibüs bizi Tebriz’e ulaştırma ‘yemin’ini en hızlı şekilde yerine getirmek istercesine tam gaz yola devam ediyor. Demiryoluna paralel olarak ilerleyen otoyol yerini köy yoluna bırakıyor. Sınıra varıyoruz. İnsanlar karıncalar gibi dizilmiş, bekliyor. O havasız koridordaki bitmek bilmeyen, düzensiz kuyruğu aştıktan sonra, tüm stres ve tedirginlikleri pasaport kontrolü gişelerinde bırakıp İran topraklarına ayak basıyoruz. Fiziksel olarak sınır geçmek tuhaf bir duygu. Aslında pek bir şey değişmiyor; ağaçların sayısından, köylerin sıklığından, ülke sınırlarını aştığını hissedersin. Burada da hem öyleydi hem değildi. Aynı çıplak coğrafya devam etti, ve az sonra, yerini halaya dizilmiş ve düğün için en gösterişli kıyafetlerini giymiş, kendini gururla sergileyen insanlara benzeyen dağlara bıraktı. Daracık nehir minibüsümüze eşlik etmeye başlayınca tek tük insanlar da görür olduk.

“En çok kendi vatandaşlarına çektiriyorlar”

Aradan saatler geçti. Khoy/Hoy şehri göründü. Şoförümüz Fatih gösterdi, orada yemek yiyecekmişiz. Saatlerdir minibüste oturan herkes için mutlu bir haberdi bu. Üstelik hayalimizdeki Tebriz’e ulaşmaya bir adım daha yaklaşmış hissediyorduk kendimizi. Minibüs durdu, şoför pasaportlarımızı bir kez daha topladı. Turist ya da kalabalık gruplar taşıyan araçların her şehrin girişinde tâbi tutulduğu bu denetime alışacaktık. Devletin varlığını her adımda hissediyorduk. Dersim’de miydik? Yoksa Nusaybin miydi burası? Yok, burası İran’ın Azeri bölgesiydi. Alışmalıydık.

Minibüs her dur-kalk yaptığında, İran’da başörtüsü konusunda nasıl davranması gerektiğini bilmeyen, çelişki yaşayan biz kadınlar, sorularımıza cevap arar gibi etrafa bakıyorduk. Gitmediğimiz, sadece dışarıdan görüp Türkiye’deki deneyimimiz üzerinden hakkında bir yargı geliştirdiğimiz bu ülkede kadın başını örter, örtmediğinde öldürülür. Mahsa Amini’den sonra birçok büyük şehirde bunun değiştiğini, özellikle gençlerin başlarını örtmediğini duymuştum. Ben de öyle yapmak istiyordum ama gruba ve kendime, tanımadığım bir yerde zarar vermekten endişeleniyordum.

Özel alanımız hâline gelen minibüsten her inişimizde ve minibüs ne zaman durdurulsa, kadınlar, başörtülerini tam olarak ne yapacağını bilmemenin, ne kadar ve nasıl örtmek gerektiğini kestirememenin tedirginliğini yaşıyordu. Minibüs şoförümüz Fatih geri geldiğinde kadınların bu kararsızlığı ve tedirginliği sürüyordu. Kimsenin üstünde durmadığı ama gri bir sis gibi hepimizin üstüne çöken bir duyguydu bu.

Fatih, Sebo’ya pasaportunu uzatıp kulübeye gitmesini söyledi. Polis kontrol noktasına yaklaşırken, biz kadınlar başörtülerimizi kafamıza çekmiştik. Sebo, başörtüsünü özenle düzeltip bir iç çekti ve gitti. Hepimizin yüzünde aptal bir şaşkınlık gören şoför, “Sizinle ilgili bir şey yokmuş” deyip ekledi: “En çok kendi vatandaşlarına çektiriyorlar.”

“Bu ülkede yaşamak çile”

Sebo’nun minibüse dönmesi uzun sürmedi. Kızını sormuşlar; nerede kalmış, neden yanında değilmiş... Sebo, çok az muhabbet ettiği bizlere dönüp “Bu ülkede yaşamak çile” dedi. Aramızda dil bariyeri olmasına rağmen, iletişimimizin –kurulabildiği noktalarda– gücü insanı çarpıyordu. Sebo’nun konuştuğu Azerice, bizim İstanbul Türkçemize hiç benzemiyordu; o da bizi anlamakta zorlanıyordu. Polisler kendisini çağırdığında çok gerildiğini söyledi. Kızı, Mahsa Amini hakkında Instagram’da bir hikâye paylaşmış, konunun bununla ilgili olduğunu düşünmüş. “Neyse ki o değilmiş” dedi. Sebo’nun bu gergin ve endişeli hâli, İran’da insanların her adımlarında izlenmeyi ne kadar kabullenmiş olduğunu gösteriyordu.

Sadece kızından bahseden sigortacı Sebo’ya evli olup olmadığını sordum. Kocasından hiç söz etmemişti. “Burada evlenmeden çocuk yapmak yasak” diye cevap verdi; eskiden kocasını çok sevdiğini ama sonra ‘ihanete uğradığını’ söyledi. Evliliğini sırf kızı için devam ettirdiğini ekledi. Sebo’nun kaçış/güvenli alanı ‘bacılarıyla voleybol oynamak’mış. Ayrıca bisiklete bindiğini ve başörtüsüyle bisiklet kullanmakta çok zorlandığını söyledi. Fotoğraflara bakmasaydım ne denli profesyonel bir sürüşten bahsettiğini idrak edemezdim.

Konu Mahsa Amini’ye geldi tekrar. Amini’nin ölümü İran’da binleri, yüzbinleri derinden sarsıp sokağa dökmüştü. Tebrizli Sebo’ya oradaki eylemleri sordum. Tebriz’de eylemler olmuş ancak oradaki halk çok korkuyormuş. Eylemler çok büyümemiş. Aslında olanlar da dışarıdan görünmemiş. Kız kardeşinin evinin orada olmuş protestolar. Gözaltına alınan tıp öğrencisi bir kadını polisler, inşaat hâlindeki bir binadan atmış. Bedeni demirlerde paramparça olmuş kadının. “Böyle olaylar çok yakınında olunca insan harekete geçebilir mi? Böyle bir ölümü göze almak kolay mı?” diye soruyordu Sebo.

Sonradan Tebriz’de karşılaştığımız ve konuşma şansı bulduğumuz kadınlar, şehrin muhafazakâr olması ve halkın halihazırda yeterince baskı altında yaşaması nedeniyle, eylemler açısından çok hareketli olmadığını söyleyecekti. Başı açık bir şekilde kafede oturan bir kadın da, bunu her yerde yapamadığını, tehlikeyi göze aldığını anlatacaktı.

Böyle bir deneyimdi Tebriz’in kadınlarını dinlemek. Olağan görünen, çok sıradanmış gibi anlatılan hikâyeler. Hayatları, o sıradan baskılar ve zorluklar içinde geçen birer varoluş mücadelesi. Avrupa’ya gönderdiği ve bir daha ne zaman görebileceğini bilemediği kızı yolda aradığında, WhatsApp yasaklı olduğundan VPN’le bağlanmaya çalışan ama bağlanamayan Sebo’nun tedirginliğinin içinde saklıydı, ‘çile’ olarak tarif ettiği yaşam.



Yazar Hakkında