Mimar ve akademisyen Alper Ünlü'nun 1915 öncesi ve sonrasında geçen, Elazığ'da bir ailenin hikayesini konu aldığı romanı "Uzaktaki Boşluk" geçtiğimiz aylarda yayınlandı. Ünlü, romanında bölgedeki Türk-Ermeni ilişkilerine ve dönemin siyasi atmosferine de odaklanıyor. Gelişmeler, romanın kahramanı Tahir'i büyüdüğü Hüseynik'ten alıp Halep'e, oradan Almanya'ya, İstanbul'a ve tekrar Elazığ'a getiriyor. Alper Ünlü kitabı için "Bazen bir toplumun yanına geçiyordum, bir diğer olayda öbür toplumun yanındaydım. Olayları nesnel okumaktan yanaydım" diyor. Ünlü şu soruyu da yöneltiyor: "Sanki bir şeyleri halının altına süpürmüşüz gibi geliyor. Romanın geçtiği yerlerde yıkılmış, yokolmuş yaşantısallıkların geçtiği binaların sadece temelleri var. Yerel yönetim bir çabayla eskiyi ilkselleştirmeye çalışıyor. Binalar restore ediliyor. Peki yaşantısallıkları ne zaman restore edeceğiz?" Yazar ve gazeteci Mahmut Şenol, Alper Ünlü ile ilk romanı "Uzaktaki Boşluk" üzerine konuştu.
Dönem Romancılığı neredeyse unutulmuş bir tarz olarak sanki arşivlerde kaldı. Kişisel Gelişim, Yaşam Koçluğu, mutlu yaşa mutlu öl gibi söylemlere uzanan Kuantum-Enerji-Kozmik Evren gibi bir tür modern/dinsel anlatımların yer aldığı romanlar, hikâyeler ortaya çıktı; meraklısı çok. Bunlara bir de post-modern edebiyat demiyorlar mı! Tam da böylesi bir ortamda Türk Edebiyatına, içinde hikâyesi zengin, katmanlı bir eserle katıldınız. ¨Uzaktaki Boşluk¨ romanıyla bir dönem romanı sunuyorsunuz; ne vakittir ihtiyacımız olan bir eser bu… Dönem Romancılığına adım attığınızı görerek soruyorum: Harput’ta başlayan Ermeni-Türk/Osmanlı toplumsal ilişkilerinden yola çıkıp Almanya’ya, yurt dışı maceralara uzanan büyük bir aile hikâyesini ve tabii merkezinde Hüseynik Köyünden Tahir’in macerasını niye, nasıl, hangi duygularla yazdınız?
“Uzaktaki Boşluk” benim ilk romanım. Bu anlatıya “roman” yazacağım dürtüsüyle başlamadım. Her şey, biraz da yoğun bir duyumsama içinde gelişti. Bu anlatıyı yazmamda çocukluğum, ailem, büyüklerim, onları yaşadığı yer, mekânların son derece etkin yanları var. Böyle bir duyumsama yaşadığınızda bazen bazı süreçler kendiliğinden gelişiyor. Roman bu anlamda böyle uzun,derin, sizin de söylediğiniz gibi çok katmanlı bir süreçten geçti. Öyle zamanlar oldu ki, aşırı düzeyde duygusal fırtınalara yakalandım... Aslında hepsi romanda sıradan günlük olaylardı. Bu anlamda, romanın yapısında geniş bir “tarih ırmağı ” var. Debisi yüksek ve gürültülü akan bir ırmak... Toplumlar ve toplumlarla ilgili tarihi kararlar ise bu ırmağın akışı içinde ele alınıyordu.
Bu nedenle “Uzaktaki Boşluk” bir tarih romanı gibi görünse de, benim için sıradan insanlar, sıradan yaşantılıklar, komşuluklar, yemekler,aşk ya da mekânların bu yoğun tarihsel akış içinde ele alındığı bir roman… Aslında teknik açıdan son derece zor bir olgu… Yukarıda derin bir tarihi akışı var, altta ise siz son derece sıradan olaylara düğümleniyorsunuz. Dolayısıyla “üst tarih” aslında romanda ikinci katmanda kaldı. “Uzaktaki Boşluk”ta yaşamın basitliğinin, onun basit anlatımının ,onun duygularla paylaşımının son derece önemli olduğunu vurgulamaya çalıştım.
Aşırı bir benzetme gibi görmeyin ama roman yazarlığınızı Gabriel Garcia Marquez’in dev-nehir anlatıma dayalı, merkezinde roman kahramanının bulunduğu fakat büyük bir ailenin çok katmanlı, çok sesli, çok etnisiteye ait hikâyelerine benzeten yazıları basında-internette okuduk. Sorum şu ki, romanınızda dağılıp saçılan hayatların, yıkılan ailelerin, tehcir ve türlü acıların hikâyelerinin birinci elden tanığı olarak kurgu oluşmuş, böylece Türkiye’nin yakın tarihine bir tür belge bırakılmış. Neyle yüzleşmek, neyi yüzleştirmek, iğneyi başkasına çuvaldızı kendine batırmak, acı da olsa gerçeği söylemek istediniz?
“Uzaktaki Boşluk”u yazarken nerede duracağımı belirlerken çelişkiler yaşadığımı söylemeliyim. Bazen bir toplumun yanına geçiyordum, bir diğer olayda öbür toplumun yanındaydım. Olayları nesnel okumaktan yanaydım. Araştırmalarımda yansız, nesnel bir yaklaşımı yeğledim. Çok sayıda bilimsel makale okudum. Olaylar, mekânlar konusunda gerçeğe çok yakın oldum. Sadece titiz bir tarihçi kimliğiyle gerçeği arama peşinde değildim. Benim tek ereğim vardı, bu olayların arkasındaki yaşananları ve duyumsamaları paylaşabilmekti.
Yazım süreci üç yılı buldu. “An”ları, mekânlar ya da o sırada yaşamın “kare”lerini, ben de yazarken yaşadım. Okuyucular bazı “kare”lerde ağladıklarını söylediler. Ben de o karelerde ağladım. İyi ki ağlıyoruz! Demek ki böyle bir mekanik çevrede, ilerlemiş, elektronikleşmiş bir ortamda, her yanımızın kablolarla bağlı olduğu şimdi, hâlâ insanlığımızdan bir şey kaybetmemişiz. Hem de yüzyılı geçen acı olaylar karşısında hâlâ aynı tepkiyi gösterebiliyoruz.
Roman kahramanı Tahir’in Nazi Almanya’sına uzanan büyük serüvenini okurken bir tür eve geri dönüş hikâyesini görüyoruz; sonuçta tüm anlatılar ya İliada’ya yahut Odysseus’a dayanır. Böylesi bir serüveni yazarken romanın dilinde zorlandınız mı? Mimarlık hocalığınızdan tanıyoruz akademisyenliğinizi; akademik dilin katılığı ve roman dilinin esnekliği arasında bocaladınız mı?
Akademik kimliğim 1915 olaylarının araştırmada etkili oldu. Anadolu’daki mekânların morfolojisinin incelenmesinde mesleğim öne geçti.
Mimar olmam ise, mekânların anlatımına katkı sağladı. Böylece romanın alt yapısı pekişti. İnsansız mekân anlatımı olmuyor... Mekân denilen şey sonunda bir alt yapı…Doğal olarak onsuz da bir anlatım olmuyor. Bu anlamda etnografik çizgiden ayrılmadım.
Tabii, bir öğretim üyesinin didaktik dille roman yazması, felaket bir olay… Mekânsal anlatımlar dahil, böyle bir yöntem, böyle bir almaşık (hibrid) yöntem bence hiç denenmemeli… Belki deneyenler vardır. Bilmiyorum. Ama ben mekânları anlatırken hep insanlarla beraber anlatmayı yeğledim. Didaktik mekân anlatımlarını da edebiyat içinde çok değerli bulmuyorum.
Oysa edebiyat bize duygularla yüklü metinler sunar. Edebiyat bizi üzmeli, keyiflendirmeli, güldürmeli, ağlatmalı ya da acı çektirmeli. Edebiyatla duygularımızı, yaşantımızı farketmemiz gerek…
Ailenin sırrı, Tahir’in Hüseynik Köyünde babasının vefatından sonra tek başına kalmış annesini İstanbul’a getirmesiyle bir gün ortaya çıkar. Annesi o güne kadar Kuran’dan başını kaldırmadığı hâlde, bir gün mahalledeki Rum Ortodoks Kilisesi’ne gitmek istediğini söyler. Romandaki Katharsis buradadır ve biz okurları tüylerimiz diken diken kalarak, çok etkiler. Büyük Tehcir’den sonra pek çok Ermeni vatandaşın kimlik değiştirdiğini biliyoruz. Sizin Roman Okuru olarak hisleriniz, düşünceleriniz nasıl olurdu?
Bu Anadolunun “koca” bir gerçeği… “Hasır altı” edilmiş bir olgu ve bununla birlikte ortaya çıkan bir sürü kırılmış, kaybolmuş hayatlar var. Bu benim de yaşadığım bir gerçek.
Anneannemin “Kuran” okurken rol yapmadığını düşünüyorum. O, dinlerin üstünde, bütün kitapların üstünde geçen olayların sentezini yapmıştı. Kuran'ı okurken bir yandan da dolaylı olarak “İncil”i de okuyordu. Aslında insanlığın tek bir dine ait olduğunu düşünüyorum.
Anneannem de bu gerçeğe sığınmıştı, onun başka çaresi de yoktu. Burada bir dinin, diğer bir dine karşı tehcir ya da adı ne olursa olsun farklı biçimlerde üstünlük sağlayabileceği, buna bağlı olarak yer ve mekân isimlerini değiştirerek ya da insanların dinini ve isimlerini değiştirerek alt edilebileceği sanılıyorsa, bu gerçekten, ciddi anlamda gerçeği örtme, saklama davranışıdır… Biz bunu tüm “acı” olaylarda, savaşlarda, soykırımlarda gördük. Garip olan ise, yüzyıl geçmesine rağmen toplumun hâlâ suskunluğudur.
Sanki bir şeyleri halının altına süpürmüşüz gibi geliyor. Romanın geçtiği yerlerde yıkılmış, yokolmuş yaşantısallıkların geçtiği binaların sadece temelleri var. Yerel yönetim bir çabayla eskiyi ilkselleştirmeye çalışıyor. Binalar restore ediliyor. Peki yaşantısallıkları ne zaman restore edeceğiz ?
İş sadece bina ya da mekânların restorasyonundan geçmiyor, ne zaman orada yaşayan komşuların torunları hangi ırk ya da hangi milletten olursa olsun bir araya gelecek? Nasıl bu dünyayı geçmişteki ayıplarla , sevaplarla gelecek nesillere, torunlarımıza bırakacağız? Konuya hep, geçici, teknik onarım ya da “yeniden yapım” etkinlikleriyle bakıyoruz. Sürekli “toplum mühendisliği” yapıyoruz. Bu da bana göre pek kıymetli değil.
Oysa konu kalplerden, duygulardan, paylaştıklarımızdan, acı gerçeklerden geçmekte, olaylarla yüzleşmeli, beraber olmanın dinamiklerini bulmalıyız, geçmişten ders çıkarmalı, özür dilemeliyiz.
Romanın yazım sürecinde rol modeli aldığınız kimseler oldu mu? Ünlü biri, bir yazar, bir toplumsal kanaat önderi, vs: Romanın yazarı-okuru olarak bunu yansıttınız mı? Böyle ikili kimlik veriyorsam, bu Latinlerin dediği gibi, ¨Yazan yazdığını iki kere okuyandır!¨ sözünden kaynaklanıyor.
Romanı yazmam bir duygu selinin eşliğinde oldu. Etnografik kurgunun omurgasından hiç ayrılmadan yazmaya çalıştım. Son derece doğaçlama halimle , “dışarıdan bir kimse” olarak yazdım
Yazarken , babam rahmetli yazar- dil bilimci Mahir Ünlü hep yanımdaydı. O yaşasaydı bu romanı “gelincik tarlası”na çevirirdi. Kırmızı ile işaret ederdi; bunu yazmamalıydın, şunu yazmalıydın gibi... Hatırası önünde saygıyla eğiliyorum, o bir edebiyat emekçisiydi. göstermeye çalıştım. Babamdan öğrendiğimle ve sadelik içerisinde, yazı dilimize girmiş pek çok yabancı bağlaçı da atmaya çalıştım. Dilin aktarımında Bukowski’yi yakalayıp, yaşantısallık ve duyguların anlatımında Böll ve Hamsun çizgisinde olmak “örtülü erek”lerimdi.
Sonuçta ben içimde katmerleşen bir duyumsamayı, bir anlatımı, bir “koca hikâye”yi yazı dilinde anlatmaya çalıştım. Derrida’nın dediği gibi ilk yazdığımız “metin” asıldır ya da gerçek olan… Onun ikincileri ya da üzerinden geçilen, karalamaları değil…
Sonuçta üzerinde uyuşulmamış, gerekli özürlerin dilenmediği bir yaşantısallık üzerine bir “metin” yazıyorsunuz. Yazdığım metinin üzerinde karalama yaparak, metinin doğuştancı yapısını değiştirerek üzerinde çok fazla oynama yapmak istemedim. Doğuştancı metin benim için çok önemliydi. Günlük dilin hayatları daha iyi anlatacağına inandım. Sade dilin “yüce” olduğunu düşünüyorum. O dil, bence “üst dil”-“edebi dil”den daha çok gerçeği söylemekte, daha çok Derrida’nın “ilk metin” niteliğinde duruyor gibi… Üstesinden geldim mi bilmiyorum?