Gazeteci-yazar Serdar Korucu’nun yeni çalışması ‘Şimdi Kim Kaldı İmroz’da?- Mutlular Adasından Yasak Bölgeye’ İstos Yayınları’ndan çıktı. Laki Vingas’ın danışmanlığında hazırlanan kitapta Cumhuriyet hükümetlerinin İmroz’a uyguladığı sert politikalar ve Rum nüfusun göç etmesi konu ediliyor. Kitapta Korucu’nun Ekümenik Patrik Bartholomeos’la birlikte 28 İmrozlu ile yaptığı söyleşiler yer alıyor. Serdar Korucu ile kitap üzerine konuştuk.
Bugün Gökçeada olarak ismi değişen adanın geçirdiği dönüşümden söz eder misiniz? Devlet neden İmroz ile ciddi bir şekilde uğraştı?
İmroz Türkiye’nin sınır hatlarından biri. Kırmızı çizgilerinden de… Bu açıdan daha önce Aras Yayıncılık’tan çıkan “Ahalinin Gidişi” ve “Sancak Düştü” kitaplarının odağını oluşturan İskenderun Sancağı’na yani bugünkü Hatay’a da benziyor. Bu bölgeler Ankara’nın sahip olmak istediği, sınırlarına kattığında da hakimiyetini tam olarak hissetmek istediği yerler. İmroz özelinde şu söylenebilir, 1928’deki bir rapor halkın “koyu Yunan hislere” sahip olduğunu öne sürüyor ve “Lozan Antlaşması’yla tayin olunan yerel özerklik sınırını eski Sisam Beyliği tarzında çok geniş tahayyül etmiş olmalarından” dem vuruyor. Bu iddiaların temeli belli değil. Ancak ada halkı için şaşırtıcı. Çünkü İmroz’un Musa Dağ gibi bir direniş geçmişi de yok. Fakat buna rağmen İmroz, 1960’lardan itibaren Rum “ahalinin gidişi”ni yaşıyor.
Dereköy’deki açık cezaevi İmroz’un yapısını oldukça değiştirmiş. Cezaevi yapıldıktan sonra bölgede neler yaşandı?
Adayı Rumsuzlaştırma politikasında atılan adımların en önemlilerinden biri bu. Adalıların deyimiyle “yumurta parası”na yapılan istimlaklar geçim kaynaklarını, Rumca eğitimin sona erdirilmesi çocukların buradaki geleceğini sonlandırırken İmroz’da açık cezaevinin kurulması, üstelik buraya cinayet ve hırsızlık hükümlülerin getirilmesi korku yaratıyor. Yorgos Hristoforidis anlatımında o korku şöyle anlatılıyor: “Bir terzi akrabam vardı. Dükkanına geliyorlar, oturuyorlar. “Gidin” de diyemiyor çünkü ellerinde kama var. (…) Bir kez mesela bir eve giriyorlar. İçeride karı koca, eve gireni görüyor. Fakat seslerini çıkarmıyor, çıkaramıyorlar. (…) Bekliyorlar ki gitsin. Elinde bıçak, kama var.” Cezasızlığın kapısı aralandıkça cinayetler, tecavüzler, hırsızlıklar oluyor. Böylece İmroz’dan hızlı bir göç yaşanıyor.
Kitabın en dikkat çekici yanlarından biri Ekümenik Patrik Bartholomeos ile yaptığınız söyleşi. Kitabın başlığı da onun sözünden sanırım?
Ekümenik Patrik Bartholomeos, adanın ‘Eritme Programı’ ile azaltılan Rum nüfusu için “Şimdi Kim Kaldı İmroz’da?” sözünü kullanmıştı. Cumhuriyet tarihi boyunca ortalama 7 bin kişinin yaşadığı ada, 1963-1964’ten itibaren azalmış, 300’e kadar düşmüştü. Şimdiyse 500-600 civarında Rum yaşıyor. Bu artışın nedenleri arasında elbette Patriğin İmrozlu olması var. Çünkü başta kendisi ve kitabın danışmanı Laki Vingas’ın girişimleriyle açılan Rumca eğitim veren okul, adalılara bir gelecek imkânı sunuyor. Böylece on yıllar sonra aileler yeniden İmroz’a dönebiliyor.
Söyleşi yaptıklarınızın bir kısmı İmroz’da yaşarken bir kısmı da Atina’da, Selanik’te hayatlarını sürdürüyor. Adayı terk edenler nasıl bir travma yaşıyor?
Hepsinin, herkesin yaşadığı farklı. 1990’lardan itibaren kimi adaya geri dönebilmiş, ziyaret edebilmiş, kimi asla görmemiş, gelmeyi görmeyi istememiş. Bu yaşadıklarına, yaşadıklarını nasıl kaldırabildiğine bağlı. Makis Butaras’ın dediği gibi özellikle yaşlı Rumlar o travmayı yaşadı ve üstesinden gelemediler. Kendisi 1993’ten sonra adaya gelip evini yaptırmaya başlasa da babası “Niye atıyorsun paranı, niye istiyorsun orayı, niye gidiyorsun?” diyormuş. Benzeri bir iz, Vasso Ksinu’nun babasında da var, “Babam hiçbir zaman dönmedi, dönmek de istemedi. O kadar üzülüyordu ki, burada yaşadığı bütün yıllarda düşüncesi hep oradaydı. Rüyalarında İmroz’u görüyordu” diye anlattı kendisini. Bu insanlar uzun zaman kendi geçmişlerinin karanlığına bakmakla zamanlarını geçirmiş ve seslerini çevrelerine duyuramamışlar. Nurdan Gürbilek’in çok sevdiğim bir sözü vardır, “Çoğunluğu çoğunluk yapan sadece birlikte konuştukları anlar değil, birlikte sustukları anlardır. Bazı konularda aynı anda ısrarla susabiliyor olmaları” der. İmrozlular konusu hem Türkiye’de hem Yunanistan’da, iki ülkede iki toplumun çoğunluğunun uzun zaman uzlaşı konusu oluyor ve onları sessizlik duvarıyla örüyor. Bu nedenle tanıklıklarını anlatmak, aktarmak zor. Kendilerini bulmak da… Başta kitabın danışmanı Laki Vingas olmak üzere İmrozlulara ulaşmamı sağlayan herkese müteşekkirim. Öte yandan tanıklık meselesi bir başka tartışma konusu. Çünkü Holokost’tan kurtulan Primo Levi “Bizler, biz hayatta kalanlar gerçek tanıklar değiliz” der. Bu kitapta yer alanlar da aslında İmroz’un gerçek tanıkları değil. Gerçek tanıklar öldürüldüler, Konstantinos Delikostantis’in babası Zafiris Delikostantis gibi; tecavüze uğradılar Dimitri Zunis’in yengesi Stilya Zuni gibi, ya da suskunluğa çekildiler tüm çabalarıma rağmen ulaşamadığım Kastrolular gibi.
1974 yılındaki Kıbrıs Meselesi, İmroz’u nasıl etkiliyor?
Tüm yaşananların arkasında Kıbrıs işaret ediliyor. Patrik de kitaptaki röportajda “Ankara, İmrozluların Rum nüfusa sahip olduğu için bir gün Enosis (Kıbrıs’ın Yunanistan’a ilhakı) isteyebileceklerini düşündü. ‘Onları buradan gönderelim’ dediler. Zorla bir sürgün olmadı” diye anlattı o günleri. 1974 çok önemli bir kırılma noktası. Yorgo Ksinos’un dediği gibi “Kıbrıs olayları tüm Yunanlar için felaket” oldu. Bu mesele 1950’lerden itibaren Türkiye’deki Rumlar için hayatı zorlaştırdı. Bu bir gerçek. 6-7 Eylül pogromunda da, 1964’te Yunanistan pasaportlu Rumların sınır dışı edilmesinde de, İmroz’a yönelik oluşturulan politikalarda da, neden olarak Kıbrıs gösteriliyor. Bu süreçte pek çok İmrozlu gitti. Çünkü adada bir korku iklimi vardı. Mesela Portokali ailesi o dönem adanın merkezinde yaşıyordu: “Tüfekleri aldılar herkesin elinden. Bizim de elimizden aldılar ve onu bizimle çalışan kişiye verdiler. Bu kişi geldi kapıya ‘Anne Marita, anne Marita’ diyordu anneme. ‘Ben tüfek alacağım, gavurları öldüreceğim.’ Anne Marita da gavur. ‘Yok sen anne Marita’sın’ diyordu.” Ayrıca yine anlatılara göre adanın önde gelenleri Metropolitliğin bahçesinde toplanmıştı. Her ne kadar “koruma amaçlı” alındıkları söylense de Katerina Karanikola’nın da aktardığı gibi dışarıda konuşmalar başlıyor, “İlk önce onlar kesilecek” diye… Sonu böyle olmuyor ama sonrasında göç hızlanıyor.
İstanbul’a göç çok olmuş İmroz’dan. O dönem İstanbul Rumlarının İmrozlulara bakışı nasıldı?
Adanın kaynakları kısıtlı olduğu için çok çocuklu ailelerde göç edenler Osmanlı döneminde de olmuştu. Yurtdışı seçeneğinin yanı sıra iş imkanlarının çok olduğu İstanbul da her daim seçenekler arasında bulunuyor. Fakat burada ayrımcılıkla karşılaşıyorlar. Öyle ki Patrik Bartholomeos, “İmroz’da olduğu gibi yün çoraplarım vardı dizime kadar. Yaşlı nineler örüyordu. İstanbullu talebeler bize takılıyorlar, alay ediyorlardı” diye anlattı o günlerini. Konuştukları dilden, adetlerine kadar ayrımcılıkla karşılaşıyorlar. Ancak daha zoru Yunanistan’da karşılarına çıkacak.
Pavlos Stamatidis’in “Türkiye vatandaşlıktan çıkarttı, Yunanistan vatandaşlık vermedi. Biz kimin vatandaşıyız?” sözü epey çarpıcı. İmrozlular Yunanistan’da ne gibi zorluklar yaşadı?
Stamatidis’in anlatısından devam edersek “Türkiye ve Yunanistan iki anneydi bizim için. İkisi de istemedi” diyor. Bunda birinci etken Yunanistan’ın Türkiye’den gitmeye çalışan İmrozlulara vize vermemesi. İlk aşama bu. Şanslı olanlar Yunanistan’a girmeyi başarıyor ancak bu kez de hayatta kalma savaşı çıkıyor. Savaş döneminde gelmedikleri için mülteci olarak görülmüyorlar. Kendilerine sadece oturma izni veriliyor. Ve bu izin ne zamana kadar geçerli belli değil. Vatandaşlık almak 1980’lerden sonra kolaylaştı. Bazıları 1990’larda Yunanistan vatandaşlığı aldı fakat çok önemli bir şeyi çoktan yitirmişlerdi. Jean Améry’nin dediği gibi “Yurt bir güven duygusudur” ve bu duyguyu İmrozlular sonsuza kadar kaybetti.