Özgündü zira geldiği kentin o güne kadar bir anlatıcısı olmamıştı. Oysa Harput, Sasun, Arapgir, Eğin veya Musadağ daha önce anlatıcılarını bulmuşlardı. Böylece Margosyan sayesinde salt İstanbul edebiyat çevreleri değil tüm diaspora da Diyarbakır’ın suskun, kayıp sanılan dünyasının keşfine koyuldu. Dahası Eliz Kavukcuyan Ödülü bu coşkunun bir dışavurumu olarak 1988 yılında Margosyan’a verildi.
Evimizdeki mütevazı kütüphaneyi alt üst eder, Ermenice ne bulursam okumaya çalışırdım. O kütüphanenin bir köşesinde mahsun, boynu bükük bir halde Mıgırdiç Margosyan’ın ‘Bizim Oralar’ (Մեր այդ կողմերը) kitabına rastlamıştım. Mavi-gri kapağı tondaki kapağında köylü kadınlar fotoğrafını görüp çok da bana hitap etmeyeceğini düşünmüştüm. Yıllar geçmeliydi, ben biraz daha olgunlaşmalıydım ve edebiyatın ara sokaklarında gezmeyi öğrenmeliydim. Kapaktaki o fotoğrafın derinliğini kavramak ve yazarının özgün yaşam öyküsünün detaylarını öğrenebilmek için.
Bu veda anında bir kez daha Mıgırdiç Margosyan’ın yeni İstanbul edebiyatına getirdiği eşsiz katkıyı değerlendirmek zorundayız. Özellikle 1960’lı yılların edebiyat devinimi içinde, taşranın farklı köşelerinden gelen çocukların ana dillerini yeniden keşfetmeleri, Karagözyan veya Tıbrevank gibi eğitim yuvalarında o keşfi daha da geliştirmelerine tanık olundu. Onların çocuk ruhlarında dolgun başaklara dönüşen bu birikim nihayetinde patlayarak her bir yanda yeni filizlere ve çiçeklere dönüştü. Margosyan’ın o dönemde yazdıkları yeni bir soluk taşıyor, taşımanın dışında geleceğe yönelik vaatler de içeriyordu.
Mıntzuri’den alınan miras
Nitekim bu genç kalemin arayışları en iyi bildiğini anlatma çabasıyla memleketi Diyarbakır’ı, diğer bir deyişle ‘Bizim Oraları’ yazmaya adanmıştı. Hagop Mıntzuri’den devraldığı edebi miras hiç şüphe yok ki Margosyan için teşvik ediciydi. O yoldan daha sağlam adımlarla ilerleyecekti. Gitgide aranan öykülerin yazarıydı o. İstanbul Ermeni basınının sayfalarında taze bir soluk olarak belirmişti. ‘Bizim Oralar’ bu anlamıyla diaspora Ermeni yazınında taşra edebiyatının veya özlem edebiyatının birikimine önemli bir katkı olarak eklemlendi.
Özgündü zira geldiği kentin o güne kadar bir anlatıcısı olmamıştı. Oysa Harput, Sasun, Arapgir, Eğin veya Musadağ daha önce anlatıcılarını bulmuşlardı. Böylece Margosyan sayesinde salt İstanbul edebiyat çevreleri değil tüm diaspora da Diyarbakır’ın suskun, kayıp sanılan dünyasının keşfine koyuldu. Dahası Eliz Kavukcuyan Ödülü bu coşkunun bir dışavurumu olarak 1988 yılında Margosyan’a verildi.
Değerli bir miras bıraktı
Margosyan belli bir tarihten sonra ne yazık ki Ermenice edebiyattan uzaklaştı. ‘Bizim Oralar’ ve ‘Dicle’nin Kıyılarından’ kitapları değerli bir miras olarak kaldı okurlarına. 1990’lı yılların başlarında o zaten Ermenice yazmaya son vermiş ve yabancı bir dilde yazan bir yazara dönüşmüştü. Ermenistan’da da öyle tanıdılar kendisini. Yabancı dilde yazan yazarlar toplantısına davet edildi. ‘Bizim Oralar’ kitabıyla Ermeni ortamlarında edindiği şöhret, Aras Yayıncılık etiketiyle Türkçe’ye çevrildikten sonra inanılmayacak oranda arttı. Bu eserler daha sonra Kürtçeye, İngilizceye ve Fransızcaya çevrildi. Bugün ise bu yabancı çevreler onu büyük bir yanılgı ile taşra edebiyatının son temsilcisi olarak tanımlıyorlar. Bunu yaparken Ermenistan’da halen taşra edebiyatının zengin bir gelenek olarak sürdüğünü unutmuş gibiler.
Mıgırdiç Margosyan derin bir iz bırakarak ayrıldı aramızdan. Diyarbakır’ın Ermeni yaşamı kendisiyle dil buldu, belgeye dönüştü. İstanbul Ermeni edebiyatı onun şahsında çok değerli bir ekin insanını kaybetmenin yasını tutuyor. Bizim Margosyan anlattığı diyarların taşlarıyla örülmüş bir kaide bıraktı bize ve bizler de o kaidenin önünde diz çöküp saygıyla bir çelenk bırakıyoruz anısına. Bahar renkleriyle örülmüş bir çelenk…