Bir burjuva olarak Orhan Pamuk

“Güzel annesi, babası, ağabeyi, amcası ve kuzenleriyle oturan, durmadan sigara içen yirmi üç yaşındaki Orhan’da, sinirli ve sabırsız olmasından ve alaycılıkla gülümsemeye çalışmasından başka kayda değer bir şey göremedim. Yirmi üç yaşındaydım ve romancı olmaya karar verdiğimi öğrenen Nişantaşılı burjuvalar ve arkadaşlarım gülümseyerek bu yaşta bir kimsenin hayatı daha tanıyamayacağını bana söylediklerinde çok öfkelenirdim.”

LEVENT ÖZATA
levozata@gmail.com

Valikonağı Caddesi’nin sonundan itibaren “buraların bağ bahçe” olduğu dönemler, apartmanlar yeni yeni, konaklar ha yıkıldı ha yıkılacak devrinde geçen çocukluk; Robert Kolej; yüksek gürültülü Amerikan arabalarıyla piyasa yapan gençler ile dört duvar arasında baba yadigarı bin kadar kitapla geçen ikilemde kalmış bir gençlik; mimarlık eğitimi, gazetecilik eğitimi, eve kapanış; kendini döve döve yazar yapmak; New York’ta üç yıl; Rüya; prix de la découverte Européenne; Nobel; “Orhan Pamuk akıllı olsun”; yarım New York yarım İstanbul…

Orhan Pamuk en başta romancıdır, çoğunlukla birinci tekil şahıstır, ‘ben’dir. Biraz çekirdek aile, Nişantaşılı, çevresince burjuva.

Romancıdır. Ressam olacakmış da –basite indirgeme mazur görülsün– ‘kız meselesi’nden girdiği bunalımdan romancı olarak çıkmış. Çok öfkelenmiş çevresine. Metinlerinde bu öfkenin yansımaları çoğu zaman kendini hissettirir. Aynı hoca’nın aynada kendisi olan köle olması gibi, Pamuk da kitaplarında Nişantaşılı olur, burjuva olur, Orhan olur, ya da Şevket ve Şekure.

Konuşurken yazdığı kadar rahat değildir, heyecanlanır, tahtaya kalkınca eli ayağına dolaşır, bilmediği yerden soru gelince sesi titrer. Ama sihirli aynasıyla üstesinden gelir her şeyin, bildiği yere çeker soruyu ve Nişantaşı’ndan, çevresinden, alışkanlıklarından, ihtiyaç dahilinde Alaaddin’in Dükkanı’ından bahseder.

Benimki de iş! Her kitabında ‘ayna’ya bakan adamın sırrını bulandırmaya çalışıyorum beyhude.

En son aynada burjuvazi göründü. Türkiye burjuvazisinin –belki de sadece Nişantaşı’nın– burnu büyüklüğünden, kibrinden, yukarıdan bakışından dem vurdu Pamuk. Türkiye’nin Avrupa’ya en dönük kesimini bir Avrupa gazetesine verdiği röportajda “havalı” ve “egoist” olmakla eleştirirdi, kendini de çok ayrıştırmadan. “Onların yaşamı benim de yaşamım. Aynı sınıftan, aynı sokaktanız. Alışkanlıklarımız aynı.”

Hoca, köleye değil de kendine saydırıyor sanki. Pencereden bakarken de aynaya bakıyor aslında, sürekli kendini görüyor. Egoistlik değil de sağlıklı bir mazoşizm durumu.

Kimine göre burjuvazi Türkiye’de geç gelişmiş. Her şeyde olduğu gibi, Türkiye burjuvazide de Avrupa’yı geriden takip ediyormuş, biraz da taklit ederek... Nihayetinde, eklektik yapıda belki biraz oryantal bir burjuva sınıfı doğmuş Türkiye’de. Kimisi de Türkiye’de burjuva diye bir sınıf bile olmadığını iddia ediyor, çünkü genel kanı burjuvazinin devleti şekillendirdiği öngörüsüyle yola çıkıyor. Halbuki Türkiye’de devlet burjuvaziyi biberonla besliyor. Sonra koruyucu bir anne gibi peşini bırakmıyor, her giydiğine karışıyor, eğer sözünü dinlemezse gece yatağın altından öcüler çıkar diye korkutuyor. Bazan da Türkiye’de burjuvazinin ne olduğu ya da olmadığı ağır karmaşaya sebep oluyor. Büyük bir holding patronu “Ben anlamam ki, onlar büyük adamların işi” diyerek ağzının payını veriyor soranlara.

İşte bu anlam çoğulluğu/karmaşası içinde Orhan Pamuk, belki de burjuva olmanın tam karşılığını veren nadir insanlardan biri olarak, kendi gibi olduğunu düşündüklerinin bir eleştirisini yapıyor. Kendini tekrarlama riskini alarak hep söylediği şeyi bir daha söylüyor. Ama görünen o ki kendi söylediğini sadece kendi dinliyor.

 

Kategoriler

Şapgir

Etiketler

Nişantaşı