Rakel Sezer’in ‘Mülteci: Bir Aktivistin Mülteci Kampı Tanıklıkları’ başlıklı kitabı Karakarga Yayınları’ndan çıktı. Sakız Adası’ndaki Souda Mülteci Kampı’nda 2016 2019 yılları arasında gönüllü olarak bulunan Sezer’le kitabından yola çıkarak mülteci kamplarındaki yaşamı konuştuk.
Öncelikle sizi tanıyalım…
İstanbul’da doğdum. New York’ta biyoloji okudum. Daha sonra Boğaziçi’nden Çevre Bilimleri Enstitüsü’nde yüksek lisans yaptım. Ardından, İstanbul’da bir Alman ilaç firmasına kalite güvence bölümünde işe girdim. Bir süre sonra ilaç üretiminden klinik araştırmalara geçtim. Halen ilaçlarla ilgili klinik araştırmalar yapan bir firmada çalışıyorum.
Peki, Sakız Adası’ndaki mülteci kampıyla yolunuz nasıl kesişti?
Sakız Adası’na 2001’den bu yana tatil yapmak üzere gidiyorum. Orada tanıştığım Toula ile arkadaş olduk. Kendisi Sakız’ın bir koyunda pansiyon işletiyor. 2016’da Toula’nın sosyal medya hesabında Sakız Adası’na gelen sığınmacıların fotoğraflarını gördüm. Toula onlara yardım etmeye başladı ama bu bireysel çabalarla hiç de kolay değildi. Kendisiyle iletişim kurduktan sonra ben de Ağustos 2016’da Sakız’a bu kez tatil tapmak için değil gönüllü olarak sığınmacılara yardım etmek üzere gittim. Bu süreçte uluslararası yardım kuruluşları ve STK’lar da Sakız’a gelmeye başladılar.
İlk gittiğinizde neler yaşadınız?
Öncelikle bu işte tecrübe sahibi deneyimli koordinatörlerden bir günlük bir eğitim aldım. İlk önce “bot karşılama”yı öğrenmek gerekiyor. Botun sahile yanaşması, hem mülteciler hem de onlara yardım etmek isteyenler için en zor an aslında. Bir bot sahile yanaştığında polisle karşı karşıya geldiklerinde neler olacağı çok önemli. Denizle mücadelenin ardından polisle mücadeleye giriyorsunuz. Polis için botun yanaştığı sahil aslında bir “suç mahali”. Polis, botun yanaştığı sahilde görevini yaparken, biz gönüllüler de sığınmacılara “burada güvenli ellerdesiniz, size yardım etmek istiyoruz” misyonunu yerine getiriyoruz. Bu misyonu yerine getirmek için de “ne tip insanlar geliyor”, “ilk beklentileri, talepleri neler oluyor”, “ruh halleri nasıl” gibi konu başlıklarında eğitim alıyoruz.
Peki, bu soruların yanıtları neler?
Öncelikle, savaş ortamından geliyorlar. Yaralı, sakat veya hamile olabilirler. Farklı travmalar yaşıyor olabilirler. Bunlara karşı neler yapabileceğimizi öğreniyoruz. Daha sonra ilk “bot karşılama”nızı yapıyorsunuz. Her “bot karşılama” aslında bir şoktur. İki taraf da şoktadır. Gelen sığınmacı için de ona yardım etmek isteyen gönüllü için de zaman duruyor. Şunu da ekleyeyim; “bot karşılama” neredeyse her zaman gece oluyor. Ege adalarında yazın geceler oldukça rüzgarlı olduğu için bu da ayrı bir stres konusu tabii.
Polisin tavrı nasıl?
Bir süre sonra polis de bize güvenmeye başladı. Sığınmacılara yardım ederken aslında polisin yükünü de hafifletmiş oluyorsunuz. Sığınmacıları kampa götürecek araçlar gelene kadar polis onları bize emanet ediyordu.
Sizin gibi gönüllüler genelde hangi ülkelerden geliyorlar?
Avustralya’dan, İsveç’ten, dünyanın pek çok ülkesinden gönüllüler geliyor.
Sizden başka Türkiye’den gelen var mıydı?
Hayır, en azından ben görmedim.
Sakız’da iki ayrı kamp var, anladığım kadarıyla. Aralarındaki fark ne?
Evet, iki ayrı kamp var. Biri askeri kamp. Diğeri ise geçici kamp. Ben geçici olan Souda Kampı’na 3 yıl boyunca gidip geldim.
Neden askeri kamp var?
Yunanistan anakaradaki kamplar askeri değiller. Ama adalarda böyle bir sistem var. Adalar bir tür sınır olduğu için askeri güvenlik tedbirleri alınıyor. Bu nedenle de askeri kamplar var. Suriye ve Irak’taki savaşlardan önce de Sakız’a ve diğe adalara Afrika’dan gelen mülteciler olurdu. Ama şimdiki gibi bir yoğunluk yoktu tabii.
Geçici kampın farkı ne?
Sivil halkın ve gönüllülerin daha çok katkıda bulunabildiği kamplar bunlar. Daha çok diğer Avrupa ülkelerine ve Kuzey Amerika’ya sığınma talebinde bulunmak isteyen mültecilerin geçici olarak kaldığı kamplar bunlar. Biz gönüllüler, halkla birlikte her pazartesi belediyeye gidip toplantı yapıyorduk. Sakız halkı özellikle kale içinde yaşayanlar daha önce hiç böyle bir mülteci yoğunluğuyla karşı karşıya kalmamışlar. Bu nedenle epey tedirgindiler.
Buna parael olarak, yabancı düşmanlığı artıyor mu?
Başka ülkelere göre yabancı düşmanlığı daha fazladır diyemem. Ama şunu da görmek lazım: Adalar aslında nüfus ve kültür olarak oldukça homojen. Ortodoksluk çok güçlü. Bunu gündelik hayatta görebiliyorsunuz.
Sonsöz’den anladığım kadarıyla Yunanistan’ın yeni başbakanı Miçotakis’in mülteci politikası sertleşiyor. Bu önümüzdeki dönem Türkiye – Yunanistan ilişkilerini gerginleştirir mi?
Aslında politikacılar oy kaygısıyla mültecileri kullanmaya çalışıyorlar. Miçotakis her ne kadar “Geri göndereceğim” dese de bu o kadar kolay değil. AB prosedürünü aşması lazım ki bu mümkün değil. Ancak tabii süreci hızlandırabilir.
Kitapta, mültecilerin bir sayıdan ibaret olmadığını vurguluyorsunuz. Kamuoyundaki bu algının değişmesi için ne yapmak gerekir sizce?
Bence bunun en başarılı örneği, Almanya. Orada Entegrasyon Bakanlığı var. Göçmen alacaksa mesela bir milyon kişi alacaksa, buna uygun bir eğitim, yerleştirme ve iş bulma seferberliği planlaması yapılıyor. Sonuçta da Almanya Entegrasyon Bakanlığı raporlarında, “Bir milyon aldım, 450 binini entegre ettim. Bu 450 bin kişi devletten bağımsız kendini idare edebilecek durumda” diyor. Yani 450 bin kişinin Almanya’ya entegre olduğunu belirtiyor. Bu sorunun çözümü Türkiye’deki gibi ‘Göç İdaresi’ değil, Almanya’daki gibi Entegrasyon Bakanlığı’dır. Sonuçta sığınmacılar, sonsuza kadar devletin ya da sivil toplumun desteğiyle yaşamak istemiyorlar. Çalışmak ve kendi ayaklarının üstünde durmak istiyorlar.
Ebeveyn – çocuk ilişkileri üzerine çarpıcı gözlemleriniz var. Oldukça ciddi zorluklar yaşanıyor galiba…
Kamplarda aile ilişkileri çok kopuk. Çadırda yaşadıklarını kabul etmek istemiyorlar. Anne babaların çocuklarının gözünün içine bakacak yüzleri yok. Kendilerini güvende hissetmiyorlar. Bir iletişimsizlik, bir bağ kırlması var. Sakız’da ben rastlamadım ama pek çok başka ülkelerdeki mülteci kamplarında çocuklarını satan insanların olduğunu biliyoruz. Bu sadece para kazanmak için değil, aynı zamanda çocuğun daha iyi bir hayat yaşaması için de yapılıyor.
Aile ilişkileri çözüldükçe buna tepki olarak muhafazakârlaşma oluyor mu?
Sakız’da ben bunu pek görmedim ama misyoner faaliyetleri oldukça yoğun ve karşılık da görüyor. Yeni bir hayata geçmek istiyorlar. Biraz da bu yüzden olsa gerek Hıristiyanlığa geçişlere rastlanıyor. Tüm mültecileri aynı kefeye koymak da doğru değil. Her sığınmacı aslında ayrı bir dünya. Bunu onları, hikâyelerini dinleyince anlıyorsunuz. Bu hikâyeler içten hikâyeler. Herkesle de paylaşmıyorlar. Benimle paylaşıyorlardı çünkü benimle aynı coğrafyadan olduklarını biliyorlardı. Kitap yazarken hikâyelerini bana anlatanlardan izin almak istedim. Bana verdikleri cevap şu oldu: “Bunları yaz. İnsanlar buralara neden geldiğimizi anlasınlar”. Bana en çok sorulan soru; “Niçin geri dönmüyorlar?” Halen Halep’in büyük kısmında hayat durmuş vaziyette. Şam’da hayat biraz daha iyi ama bir sığınmacı Halepli ise neden Şam’a gitsin? Halep’in belli bir kısmında hayat devam ediyor, orada da kiralar çok pahalı. Ayrıca nüfus yapısı da değişmiş. Yani bıraktıkları evlerde artık başkaları oturuyor. Halepli oraya gittiğinde komşusu yok, hiçbir tanıdığı yok. Sonra birileri geliyor yanına “Türkiye’ye niye gittin? Kaçtın sen” diyor. Sanki suç işlemişler gibi… Savaşta bir taraf olmanızı istiyorlar. Sığınmacılar ise “Bu bizim savaşımız değil” diyorlar. Çocukları 9 -10 yıldır askerde olanlar var. O askerlerin nerede olduğuna dair kimsenin bir fikri yok. Esad, “geri dönsünler” diyor ama ona kimse güvenmiyor. Diyorlar ki “Esad, en iyi ihtimalle bizi hapse atar”. Avrupa Esad’dan “güvenli dönüş” talep ediyor. Esad buna razı olduğunu sölemiş değil ama söylese bile sığınmacıların büyük çoğunluğu Esad’ın sözüne inanıp, Suriye’ye dönmez.