MURAT CANKARA
Zulüm galiba yaklaşık iki bin dört yüz yıl önce başladı:
Söylenenlerden de belli olduğu gibi, ozanın işi, ‘olmuş’ şeyleri değil, ‘olabilecek’ şeyleri, yani olanaklı şeyleri olasılık ya da zorunluluk esasına göre anlatmaktır. Tarihçi ile ozan arasındaki fark, birinin ölçülü öbürünün ölçüsüz yazması değil, [...] birinin ‘olmuş’ şeyleri, diğerininse ‘olabilecek’ şeyleri anlatmasıdır. Şiir bu nedenle tarihten daha felsefidir ve ağırlığa sahiptir, çünkü şiir daha çok tümelleri, tarih ise tikelleri dile getirir. (Aristoteles, Poetika, çev. Ari Çokona, İş Bankası Kültür Yay., s. 23)
Ranke’nin ‘tarih’i
Bu büyük filozofun tarihin omuzlarına yüklediği görev yetmiyor ve sanki şiir/edebiyat karşısında omuzlarını doğal olarak azıcık çökertmiyormuş gibi, Alman tarihçi Leopold von Ranke (1795-1886) onu nesnel bir uğraş, bir bilim dalı haline getirmek isteyecekti. Zira artık Herodot babanın zamanındaki gibi, olmakta olanı ‘görüp’, ‘tanıklıkları ve ‘sözlü’ kaynakları derleyip, unutulmamaları için –ve ‘yargılama’yı da ihmal etmeden- ‘kayda’ geçirmek yetmez olmuştu. Dünyalar genişlemiş, çağlar çoğalmış, tarihler birikmiş; geçmiş zamanların bilgisine ulaşmak için yazılı belgeye, yazının kayda geçirdiklerine muhtaç hâle gelinmişti. Tarihçi de işte o belgeleri –ki 19. yüzyılda bunun artık bir mesele haline gelmesinden doğal ne olabilir?- titizlikle inceleyecek, birtakım yöntemler kullanarak sapı samandan, eğriyi doğrudan ayıracaktı. Nitekim Ranke, ilk kitabının önsözünde (1824) o meşhur tabirini kullanarak, tarihin görevinin geçmişi yargılamak değil, olayları ‘wie es eigentlich gewesen’, yani ‘gerçekte olmuş olduğu gibi’ (?) aktarmak olduğunu belirtmişti. Diğer bir deyişle, tarih bir bilimdi ve görevi de ‘olmuş olanı’, yargılamadan, adeta bir fotoğraf makinesinin objektifinden bakar gibi görmek ve yine aynı şekilde, ‘olmuş olduğu gibi’ anlatmaktı. Maşallah.
19. yüzyılın ikinci yarısında nesnellik meselesi elbette sadece tarihçileri ilgilendirmiyordu. Edebiyat da, Flaubert’den başlayıp Zola’ya, oradan da Romantiklerle Gerçekçiler/Doğalcılar arasındaki tartışmayı temellük eden “çevre ülkeler”e doğru yayılacak şekilde; gerçeklikle ve fotoğrafla ilişkisini, bilimselliğini, yazar/anlatıcının nesnelliğinin gerekliliğini/mümkünlüğünü ve bunun yarattığı ahlaki sorumluluğu tartışıp duracaktı. Zola’nın meşhur “Deneysel Roman” (1880) makalesini takip eden yıllarda, artan ünü ve etkisi karşısında sayıları da çoğalan muarızlarının –örneğin Ahmet Mithat- ilk sorduğu sorulardan biri şu olmuştu: İyi de, o zaman edebiyatın tarihten ne farkı kalır?
20. yüzyılda ise tarihle edebiyat arasındaki ilişkiyi daha makul bir zemine çekme, net bir ikili karşıtlığın ötesine geçerek zenginleştirme çabaları var. Burada bilhassa edebiyatı tarihle terbiye etmeye soyunan Yeni Tarihselciliği anmak gerek. Ama onlardan da önce, tarihten “ihtilaflı bilgi dalı” olarak söz eden Alman düşünür Siegfried Kracauer (1889-1966):
Tarihin bir bilim olma iddiası birçok itiraza açıktır. Bir edebi türün özelliklerine sahip olsa da bir sanat olduğu da söylenemez. Tabii ki izlenimci kanaatlerden ibaret filan da değildir. Bugün bildiğimiz haliyle tarih, bu uğraş ve tercihlerin tanımladığı boyutlar arasında bir yerlerde durur. Bir ara bölgeye aittir. Gelgelelim bu alan hiç de bu şekilde tanınmamaktadır. Geleneksel düşünme alışkanlıkları bizi bu alanın varlığı karşısında körleştirmektedir. Özellikle de bilimsel yaklaşım ve nihai meselelere yönelik felsefi takıntı tarihsel araştırmaların yol açtığı sorunları çarpıtmaktadır. (Tarih: Sondan Bir Önceki Şeyler, haz. Paul Oskar Kristeller, çev. Tuncay Birkan, Metis Yay., s. 36)
İçlerine atacaklarına…
Şimdi sadede gelelim: ‘Tarihçilerden Başka Bir Hikâye’, 21. yüzyılın ilk on yılında doktora tezleri için Osmanlı ve Cumhuriyet arşivlerinde araştırma yapan pırıl pırıl gençlerin yazdığı on dört hikâyeyi (on ikisi 19. yüzyılın ikinci yarısının Osmanlı’sında, ikisi Erken Cumhuriyet döneminde geçiyor) bir araya getiriyor. İçlerinden üçü, aynı zamanda kitabın editörleri (Ebru Aykut, Nurçin İleri, Fatih Artvinli), kısa bir giriş yazısıyla dile getiriyorlar ne yapmaya çalıştıklarını. “Tarihin suskunluklarını kendine dert edinmiş, geleneksel tarihçiliğin yeterince alaka göstermediği konular ve öznelerle ilgilenen” bu genç tarihçiler memleketimizde yeni kuşak tarihçiliği tümüyle temsil etmiyorlar elbette; takım elbiseli, ciddi, çatık kaşlı tarih her daim vazifesinin başında. Burada daha ziyade yolu bir şekilde Boğaziçi Üniversitesi’nden ve/ya tarihten başka bir disiplinden geçmiş, sosyal bilimlerin kavramlarıyla düşünmeye yatkın, mühimme defterleri gibi klasik kaynakların dışında ‘belgeler’ kullanan, Robert Darnton ya da Carlo Ginzburg gibi tarihçilerin ne yaptığını iyi bilen ve kadrolu/bıyıklı tarihçilerimizin gözünde antin kuntin veya popüler/moda konularla ilgilenen, doktorasını pek uzak olmayan zamanlarda almış, dolayısıyla da KHK-zede bir devlet üniversitesinin odalarında henüz gözlerinin feri söndürülmemiş tarihçiler söz konusu. Araştırma yaparken rastladıkları fakat tarih bilimi adına tamamına erdiremedikleri, erdirebilseler bile en iyi ihtimalle kabul görmeyecek, daha kötü bir ihtimale göreyse başlarına dert açabilecek bilgiyi, belgeyi, olguyu sayısız klasörde biriktirip ‘içlerine atacaklarına’, edebiyatın imkânlarını kullanarak hikâyeleştirmişler.
Oktay Özel, kitapçıda ararken hangi raflara bakacağınızı bilemeyeceğiniz ve sıkı bir okuru belki de ilk defa kasa/bilgisayar başındaki o oturmak bilmeyen emekçiye müracaat etmek durumunda bırakacak bu kitabın girişinde yer alan sunuş yazısında, son derece haklı olarak, Türkiye’deki resmî tarihçiliğin neleri ıskaladığını vurguluyor. (Kanımca burada, Orhan Pamuk’un, romanlarında hırçın coğrafyamızın upuzun suskunluklarından bazılarının yanı sıra muazzam zenginlikteki bir tarihsel malzemeyi –beğenilsin beğenilmesin, ucundan kıyısından ya da derinliğine, hiç fark etmez- kullanarak neler başardığını not etmek gerekir.) Gerçekten de Kevorklu, misyonerli, mültecili, kadınlı, köleli, çocuklu, siyahlı, ucubeli, hayvanlı hikâyeler bunlar; kıtlık, kuraklık, açlık, yoksulluk, düzenbazlık ve şiddetin eksik olmadığı yerlerde, kimisi de merkez dediğimiz hercümerçten uzaklarda geçiyor. O halde, cepheye giden erkeğin değil geride kalan kadının derdiyle dertlenen, tarihin suskunları için bir günü tamamlamanın güçlüğünü, erkeklerin kurduğu amansız Gilead düzeninin kadınlar, çocuklar ve köleler için hazırladığı tuzakları tasavvur etmeye çalışan bu metinleri memleketimizdeki tarihyazımına politik müdahale olarak okumak mümkün.
Olası tepkiler
Böylesi bir girişimin karşılaşabileceği tepkileri tahmin etmek güç değil. Memleketimizin hasbelkader harfleri söküp sınıf atlamış zümresinin en iyi bildiği ve en sık kullandığı metodolojik aygıtlardan biri olan görmezden gelmeyi bir kenara bırakalım. Bir uçta külliyen ret (‘bu tarih/edebiyat değil ki’), diğerinde farksızlaştırma (‘bunun edebiyatçının/tarihçinin yaptığından farkı ne?’). Malum, akla-cefa (sağlam olanına, belki eğlence) entelektüel ortamımızda tarihle edebiyat arasındaki ilişkiye dair tartışmanın derinleşmesi, “Efendim biri olgulara dayanır, diğeri kurgudur” saptamasının ötesine –istisnalar hariç- geçmesi de kolay değil. Tüm bunlara rağmen, ‘Tarihçilerden Başka Bir Hikâye’yi fırsat olarak değerlendirmekte, kitaptaki metinlerin en azından bir bölümünde yapılanla Attila İlhan’ın belgeler serpiştirdiği romanlarında yaptığı arasındaki farkı anlamakta yarar var. Yazarın, tarihi halihazırda bildiğine altlık yaparak hikâye anlatması ya da kafasındaki tarihsel kurguya, çatışmaya, gelişim çizgisine edebî karşılıklar aramasıyla; olgular arasındaki bağlantıları çeşitlendirmesi ya da, Walter Benjamin’den ilhamla, muzafferlerin tarihini terse yatırıp, onların bize bıraktığı olgular üzerinden –‘ötekiler’e adalet getirmese bile seslerini yükseltmelerine imkân tanıyan- bir tarihyazımını zorlaması arasında büyük fark olsa gerek.
Öte yandan kitaptaki tüm öykülerin tarihyazımına politik müdahale bilinciyle kaleme alındığını, ya da en azından bu tür bir imkânı zorladığını söyleyemem. (Konu seçimi başlı başına politik bir tercihtir elbette). Ayrıca, bana kalırsa, metinlerde başvurulan edebî teknikler ve türsel kodlar edebiyattan ziyade tarihyazımı bağlamında dikkat çekici. Ne tür belgelerin hangi edebî teknikleri çağırdığı, olgular arasındaki boşlukların neyle/nasıl doldurulduğu, dramatik gerilimin nereden üretilip nasıl bir mekâna yerleştirildiği, hikâyelerin kahramanlarını ete kemiğe büründürürken seçilen ayrıntılar, bu genç kuşak tarihçilerin tarihe bakışlarıyla ilgili çok şey söylüyor. Konuların acılığından olsa gerek, olgulardan hikâye yaratılırken olayların hep drama doğru kırılması üzerinde de durmaya değer. Bunu anlamamak mümkün değil. Ama yine de, özellikle bazı hikâyeleri okurken, madem tarih üzerine düşünmek için edebiyatın imkânlarından faydalanılıyor, başka türlüsü tasavvur edilmez miydi diye sormadan edemiyor insan. Ancak herhalükârda, rötuşlu fotoğraflarla uğraşagelen tarihçilerimiz için anlamlı bir fırsat bu kitap.
Tarihçilerden
Başka Bir Hikâye
Kolektif
Can Yayınları
256 sayfa.