BANU YILDIRAN GENÇ
David Grossman 2017 senesinde Bir At Bara Girmiş romanıyla kazandığı Man Booker Uluslararası Ödülü sayesinde tanıdığımız bir yazar. Ödül alan bu kitabı Siren Yayınları tarafından hemen yayımlandı. Bu yaz ise yazarın daha eski bir romanını yayımladılar: Ülkenin Sonuna. Her iki kitabı da okumuş biri olarak bu müthiş yazarı bize tanıttıkları, ülkemizde neredeyse hiç bilinmeyen modern İsrail edebiyatından, Etgar Keret’ten bizi haberdar ettikleri ve bunu her biri birbirinden iyi çevirlerle yaptıkları için Siren Yayınları gerçekten de büyük bir teşekkürü hak ediyor.
Bir At Bara Girmiş’i okuyanlar bilecektir, Grossman’ın metnine uyum sağlamak, anlatılanların içine girmek çok da kolay olmuyor. Ülkenin Sonuna için de aynı şeyi söyleyebiliriz. İlk altmış sayfayı okurken anlatılanlar bir yere bağlanacak mı, gerçek dünyadan mı bahsediliyor yoksa bir distopya mı gibi sorular sorabilirsiniz. On altı yaşlarındaki üç gencin tanışma hikâyesi gerçek olamayacak denli trajik çünkü. Kurulduğu günden beri sayısız savaşın içinde olan İsrail’in ilk büyük savaşından biri 6 Gün Savaşı sırasında salgın hastalık nedeniyle karantinaya alınan, bulaştırma ihtimalleri yüzünden sığınağa sokulmayan, başlarında hiç durmadan ağlayan Arap hemşire dışında kimse olmayan terk edilmiş, kırk derece ateşli üç genç. Romanın üç kahramanı, Ora, Avram ve İlan.
Bu üç genç ölmek üzere oldukları hastanede tanışıp yıllar süren garip bir üçlü ilişkiye girecek. Romanın merkezinde Ora var, Avram’ı bir nebze kendi düşüncelerinden tanıyoruz, İlan’ı ise tamamen Ora’nın anlattıklarından. Bu üç gencin yaralarını, acılarını bilmek sonraki davranışlarını anlamlandırmamızı da kolaylaştırıyor. Grossman bu karakterleri derinleştirip kurarken bunu hiçbir biçimde dosdoğru açıklayarak yapmıyor, düz bir zaman çizgisinde ilerlemeyen romanda sürekli sıçrayarak çocukluğa, gençliğe ve bir sürü savaş anısına gidiyor, bu anılardan öğrendiklerimizle bugünün yaşantısını anlıyoruz. Bu nedenle aslında romanı bitirir bitirmez üstünden tekrar geçmek bayağı faydalı oluyor.
Üç arkadaş
Avram, grubun sanatçı ruhlusu, gevezesi, tutkulusu. Çocukken dayaklarıyla büyüdüğü babası Avram beş yaşındayken onları terk etmiş, bu dayaklardan sıklıkla nasibini alan annesiyle baş başa kalmışlar. Masmavi gözlü, kısa boylu, kendisini çirkin bulduğunu sıkça tekrar ediyor. İyileşip de okula geri döndüğünde Ora’ya yazdığı aşk mektuplarına karşılık olarak onun İlan’a âşık olduğunu öğrendiğinde okul bahçesindeki çam ağacına çıkıp herkese bedenini boşadığını söylemiş, yeni boşadığı alınyazısına kayıtsız kaldığını kanıtlamak için de hop diye ağaçtan aşağı atlayıp asfalta çakılmış. Avram hem başına gelenler, hem de kendisine yaptıklarıyla Ora’da olduğu gibi okurda da anaçlık uyandırıyor.
İlan’ı ilk başta Avram’ın sınıfında kimseyle muhatap olmayan burnu havada bir tip olarak tanıyoruz. Asker babasıyla Tel Aviv’de yaşamış olması bile bu hava için yeterli İsrail’de. Hastanede en ağır durumda olan o. Anne babası boşandığında eve sık sık erkek getiren annesiyle yapamayıp babasıyla yaşamaya başlamış, habire istemediği ortamlarda bulunmak zorunda kaldığından kendisini uzak tutmayı, olanlardan etkilenmemeyi öğrenmiş. Uzun boylu, yakışıklı. Mantık timsali olmasıyla da bir süre sonra Avram’ın onu tamamlayan en yakın arkadaşı oluyor. Ve evet, Avram kendini ağaçtan atınca öğreniyoruz ki Ora, İlan’ı seçiyor.
Ora, ateş, kızgınlık anlamına gelen ismiyle müsemma, kızıl kıvırcık saçlı, koca gözlü, uzun ince bir kız. Annesiyle hiçbir zaman aşamadığı soğukluğun arkasında bir başka trajedi yatıyor. Bir gün anne babasının odasındaki gardroba saklanan Ora, annesinin nöbet geçirdiğine şahit olmuş. “Annesinin çabucak odaya girip kapıyı kilitlediğini, sonra da sessizce kendine vurmaya başladığını görmüştü, karnını, göğsünü tırmalıyordu, arkasından kısık bir sesle çığlıklar atmaya koyuldu: ‘Pislik, pislik, Hitler bile seni istemedi.’ O an kararını vermişti Ora, kendine harika bir aile kuracaktı.” İkinci bölümde otuz iki yıl sonraya atlayınca görüyoruz ki Ora toplama kampından kurtulmanın sevincini tadamayan annesinin tersine harika bir aile kurmuş.
Yürüyerek azalan acılar
2000 yılına geldiğimizde yine gündemde savaş var, bu kez İkinci İntifada. (Bu arada tüm bu savaşları okuyarak öğrendiğimi eklemeliyim, romanda her İsraillinin bileceği bu savaşların adları verilmiyor. Yıllar önce ‘Edebiyattan Tarih Öğrenilir mi?’ başlıklı bir yazı yazmıştım. Bu roman sayesinde tarih bilgime İsrail savaşları da eklendi.) Ora yirmi beş yıllık kocası İlan’la bir sene önce ayrılmış. İlan’dan da Avram’dan da birer oğlu var: Adam ve Ofer. Her ikisi de İlan’ı baba olarak biliyorlar, Avram sonradan öğreneceğimiz ve hak vereceğimiz sebeplerle babalık rolünü reddetmiş. Ora’nın koşturmacası, hayal kırıklığı ve korkusuyla başlayan bölümde öğreniyoruz ki Ofer üç yıllık askerlik hizmetini bitirmiş ve döner dönmez seferberliğe gönüllü olarak katılacağını beyan etmiş, tam da Ora rahat bir nefes almışken. İki oğlan büyütmüş, zorunlu askerlik hizmetlerinde onları üçer yıldan altı yıl yüreği ağzında beklemiş Ora bu haberle yıkılıyor ve Ofer’i yolcular yolculamaz bir totem yapıyor. “Yürekten pagan olan Ora küçük tanrılara, günlük ikonalara, ufak tefek mucizelere bel bağlardı. Eğer trafikte peş peşe üç yeşil ışığı yakalarsa, eğer yağmur başlamadan çamaşırları toplamaya vakti olursa, eğer kuru temizleyici ceketinde unuttuğu yüz şakellik banknotu bulmazsa, işte o zaman...” Böylelikle Ora, Ofer’le birlikte planladıkları Celile gezisine yalnız gitmeye karar veriyor. Yirmi sekiz günlük seferberlik emri boyunca eve dönmeyecek, dönmeyecek ki kötü haber vermeye gelenler onu bulmasın, o evde olmayınca kötü haber de olmayacak, gelemeyecek. İsrail kadar olmasa da yıllarını savaş ortamında geçiren bizler de bu duyguyu o kadar iyi anlıyoruz ki. Ora bir ara Ofer doğduğunda İlan’la eve gelişlerini hatırlıyor: “‘İşte al sana sevgilim, İsrail Savunma Kuvvetleri’ne bir asker daha doğurdum.’ İlan gereken cevabı vermekte gecikmemiş, Ofer büyüyene kadar barış olacağını dile getirmişti bir solukta. Peki hangimiz haklı çıktık?” Şu an on sekiz yaşındaki oğlumun doğumunda ben de o kadar emin bir biçimde söylemiştim ki bunu. Mantık yürüten İlan değil, duygularını sonuna kadar dinleyen Ora haklı çıktı.
Ora tam yola çıkacağı sırada yıllardır haber almadığı Avram arayıp terhis olan Ofer’i soruyor. Bu telefonla Ora’nın yolculuğuna Avram da -emrivaki de olsa- katılıyor. Roman böylelikle aradaki kayıp yılları, kritik olayları öğreneceğimiz bir yol romanına dönüşüyor. Gidilecek yol belli, ülkenin sonu. Patikaların, çiçeklerin, derelerin, göllerin, köpeklerin, arada bir başka insanların dahil olduğu bu yolda hiç durmadan konuşacak Ora. Oğlunu anlatacak Avram’a, o oğlunu tanıdıkça oğlu yaşayacak. Anlatılanların ağırlığını doğa betimlemeleri hafifletiyor. Savaş eşiğinde, doğa içinde, destan gibi bir roman. David Grossman’ın kolay okunur bir yazar olmadığını söylemiştim, bu romanda da baştan itibaren hangi cümleyi kimin söylediğini takip etmek gerekiyor. Konuşma çizgisi günümüzde zaten kullanılmıyor ama Ülkenin Sonuna’da “dedi Ora” ya da “dedi Avram” gibi okurun işini kolaylaştıracak cümlelere pek yer verilmiyor. Tanrı anlatıcı bazen Ora’nın bazen Avram’ın zihninde geziniyor, İlan’la Adam’ın kişiliğini, cümlelerini anlatıcının aktardıkları sayesinde kavrıyoruz ki her ikisi de ana karakterler kadar önemli neredeyse.
Olayların ve karakterlerin çok derinlikli, çok ustaca çizildiğini belirtmeliyim, bu sayede okur kapılıp gidiyor zaten. Zamanlar, olaylar arasında sıçrayarak yazarın büyük bir titizlikle önümüze bıraktığı düğümleri yavaş yavaş, neredeyse son sayfaya dek çözüyoruz. Romanın sonuna geldiğimizde artık Adam’ı, Ofer’i doğumlarından itibaren; Ora, Avram ve İlan’ı ise on altı yaşlarından beri tanıyor ve her şeyi biliyoruz. Ora’nın yakın arkadaş olan iki erkekle de bir ara kesişen ilişkisi, Avram’ın 1973 Arap – İsrail Savaşı’nda yaşadıkları ve Ofer’in varlığını bir bakıma bu yaşadıklarına borçlu olması, İlan’ın Ofer’i kendi çocuğu gibi sahiplenmesi, çekirdek aile olarak geçirilen yıllar ve İlan’la Ora’nın ayrılığı...
Sonsuz bir ağıt
Son olarak bu romanın aslında baştan sona bir ağıt duygusu verdiğini söylemeliyim. Barış yanlısı David Grossman’ın 2006 yılında İsrail - Lübnan Savaşı’na karşı çıkarak hükümeti protesto etmesinden tam iki gün sonra küçük oğlu Uri askerde ölmüş. Yıllardır üzerinde çalıştığı romanı Ülkenin Sonuna’yı Uri yakından biliyormuş, roman daha bitmemiş ve Uri de aynı Ofer gibi zırhlı birliklerdeymiş. Grossman yas sürecinde romanı tamamlamış. İşte bu yaşanan olayın acısı sanki tüm romanda, Ora’nın tüm duygularında sezdiriyor kendini. Oğlunun ölümünden iki ay sonra David Grossman yüz binlerce İsrailliyle birlikte hükümete seslenmiş: “Tabii ki yas tutuyorum ama acım öfkemden daha büyük. Bu ülkeye yaptıklarınız için, bu ülke için acı çekiyorum.”
Bu büyük yazarı, uzun yıllardır bir erkek tarafından yazılmış en iyi kadın karakter olarak tanımlayabileceğim Ora’yı tanıdığım için çok mutluyum. David Grossman tüm yaşadıklarına karşın bir umut abidesi gibi dikiliyor insanlığın karşısında. Yedi yüz sayfalık bu romanı hiç tökezlemeden çeviren, birçok kelime oyununun altından ustalıkla kalkan çevirmen Dilek Şendil’in de romana katkısını unutmamak gerek.
Ülkenin Sonuna
David Grossman
Çeviri: Dilek Şendil
Siren Yayınları
709 sayfa.