Yeni Zelanda’da yaşayan gazeteci ve tarihçi James Robins, Ermeni Soykırımı’nın pek bilinmeyen bir yönüne Avustralya ve Yeni Zelanda askerlerinin 1915 tanıklıklarına ışık tutuyor. Ve bu iki ülkenin Türkiye ile özel “ilişki”lerinin bozulmaması adına attıkları diplomatik adımlara mercek tutuyor.
JAMES ROBINS
Son yıllarda, Ermeni Soykırımı’na ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundaki şiddete dair bilgimizde dikkate değer bir derinleşme ve genişleme oldu. Taner Akçam sayesinde, önümüzde artık, İttihat ve Terakki’nin elindeki iktidarı nasıl kullandığına dair komplike bir tablo var. Aralarında Ryan Gingeras ve Uğur Üngör’ün de bulunduğu birçok isim, belirli bölgelerde yaşanan yıkımı ince ayrıntılarıyla analiz etti. Avedis Hadjian, ‘gizli Ermeniler’, yani asimile edilmiş ya da zorlamayla din değiştirmiş Hıristiyanların çocukları ve torunları hakkında etkileyici makaleler ve bir kitap yazdı.
Araştırmalar, geleneksel tarihyazımında genellikle karşımıza çıkmayan çeşitli ülkelere ve bu ülkelerin Soykırım hikâyesiyle bağlantılarına da uzanmaya başladı. Avustralya ve Yeni Zelanda, gittikçe büyüyen bu araştırma alanında dikkat çeken ülkeler arasında yer alıyor; Vicken Babkenian’ın 2016 yılında yayımlanan ‘Armenia, Australia, and the Great War’ [Ermenistan, Avustralya ve Büyük Savaş] başlıklı kitabı, bu açıdan bir işaret fişeği olarak değerlendirilebilir.
Toplama kamplarına tanıklık eden askerler
Örneğin, bugün artık biliyoruz ki, Çanakkale’de 25 Nisan 1915’te (Anzak Günü) yapılan çıkarma harekâtı, İttihat Terakki’nin imha kararında nihai ‘tetikleyici’ olmuştu. Sonraları, Osmanlı’nın savaş esiri olarak tuttuğu onlarca Anzak askeri, bu imha operasyonuna tanıklık etti; katliam alanlarını, ölüm yürüyüşlerini, toplama kamplarını gördü. Aralarından, gördüklerini günlüklerine kaydedenler de oldu, memleketlerine döndüğünde, kitaplar ve gazete yazılarıyla anlatanlar da. Örneğin, Avustralyalı teğmen Leslie Luscombe, Eskişehir’de karşılaştığı “üzücü ve iç karartıcı manzara”dan söz eder; “uzak bir toplama kampına” götürülmek üzere tren vagonlarına doldurulmayı bekleyen, “birbirine sokulup çömelmiş ... çok sayıda Ermeni kadın ve çocuk” gördüğünü yazar. Yeni Zelandalı Edward Opotiki Mousley de, Toroslar’da, “sırtlarında küçük bohçalar ya da kapkacakla, toplu halde bir menzile doğru ilerleyen Ermeni ve Rum köylüsü ihtiyar erkekler, ak saçlı, ihtiyar kadınlar ve çocuklardan oluşan çok büyük bir kafile” görmüştür; “Bu şekilde oradan oraya götürülen bu insanların sayısı, hepsi ortadan kalkana dek, sürekli olarak azalmaktaydı” diye yazar.
Bazı Avustralyalılar ve Yeni Zelandalılar arasında, kurtarıcı rolü oynadığını iddia edenler dahi var. Gelibolu gazileri Stanley Savige ve Robert Nicol, 1918’de Urmiye’de ölümden kaçan en az 60 bin Ermeni ve Süryani’nin korunmasına destek olan küçük bir gönüllü birliğinde yer almış. Robert Nicol hayatını bu uğurda feda etmiş.
2013 yılında, Ahmet Davutoğlu, Avustralya - New South Wales Eyaleti Parlamentosu üyelerinin, Soykırım’ın tanınmasına dönük bir önergeyi kabul ettikleri için, Çanakkale’deki törenlere katılmalarına izin verilmeyeceğini söyleyerek, açık bir tehditte bulundu. Avustralyalı liderler, bu tehdidi protesto edeceklerine, bir telaşla, New South Wales Eyaleti Parlamentosu’nu, Anzak Günü’nün kutsiyetini bozmak ve ‘hususi ilişki’yi tehlikeye atmakla suçlayarak kınadılar.
Yardım kampanyaları
1914-1918 arasında, Yeni Zelanda ve Avustralya gazetelerinde, Soykırım’ın ayrıntılarına dair on binlerce makale ve görüş yazısı yayımlanmıştır. Ayrıca, bu iki ülke, soykırımdan kurtulanlara dönük uluslararası insani yardım çabaları kapsamında Near East Relief (Yakın Doğu Yardım Heyeti) tarafından kurulan ‘altın merhamet zinciri’nde çok önemli bir halka oluşturur. 1920’li yıllar boyunca geniş yardım kampanyaları düzenlenmiş, binlerce sıradan insan nakdi ve ayni bağışta bulunmuştur. Hatta, yardım etmek için soykırım bölgesine gidenler olmuş, örneğin Christchurch kenti sakinlerinden John ve Lydia Knudsen, Lübnan-Antilyas’taki ‘Australasian’ (Avustralya-Asya) Yetimhanesi’ni yönetmiştir. (Bu yetimhanenin binaları daha sonra satılmış, Kilikya Ermeni Katolikosluğu’nun merkezi olmuştur.)
Görünüşte, bu ayrıntılar Soykırım’ın hikâyesinin çok küçük bir parçasını oluşturuyor; bütünüyle özgün de değiller. Tehcirlere tanıklık etmiş Britanyalı askerlerin sayısı daha yüksek. Rus askerlerin, kendilerinin ‘kurtarıcı’ olduklarına dair iddiaları daha büyük.
Ancak, Anzak Günü (25 Nisan) ve Avustralya - Yeni Zelanda hükümetlerinin Türkiye’yle günümüzdeki ilişkileri –ki ben buna ‘hususi ilişki’ diyorum– ışığında, bu hikâye başka bir görünüm alıyor.
‘Hususi’ bir ilişki
Öyle ya da böyle, Anzak Günü her iki ülke için de en önemli milliyetçi kutlama günü. Anzak ülkeleri, 1980’lerde, Türkiye’yle bir diplomatik ortaklık kurdular. Resmî ziyaretler, Canberra, Wellington ya da Gelibolu’da ortak anma törenleri, konuşmalarla süren, yakın bir ilişki kurdular. Bir açıdan, eşine az rastlanan, dünya için örnek teşkil edebilecek nitelikte bir ilişki bu; eski düşmanlar barışıp uzlaşabiliyor, saygı içinde birlikte yas tutabiliyorlar.
Ancak, Avustralya ve Yeni Zelanda’nın siyasi liderleri bu efsaneyi ve ilişkiyi, otuz yıl boyunca, Türkiye’yi rencide etme korkusundan Ermeni Soykırımı’nı inkâr etme raddesinde, dikkat çekici bir kararlılıkla savundu. 2013 yılında, Ahmet Davutoğlu, Avustralya - New South Wales Eyaleti Parlamentosu üyelerinin, Soykırım’ın tanınmasına dönük bir önergeyi kabul ettikleri için, Çanakkale’deki törenlere katılmalarına izin verilmeyeceğini söyleyerek, açık bir tehditte bulundu. Avustralyalı liderler, bu tehdidi protesto edeceklerine, bir telaşla, New South Wales Eyaleti Parlamentosu’nu, Anzak Günü’nün kutsiyetini bozmak ve ‘hususi ilişki’yi tehlikeye atmakla suçlayarak kınadılar.
Benzer şekilde, Yeni Zelanda Dışişleri ve Ticaret Bakanlığı’nın da, bakanların ve milletvekillerinin bu meseleye dair basın açıklamaları yapmaya hazırlanırken başvurdukları sabit bir brifing dosyası var.. Bu dosyada, 2013’te yapılan tehdide değinilerek, Anzak anmalarının “sorunsuz geçmesini” garanti altına almak için, Yeni Zelanda’nın, Soykırım’ı tanımayacağı açıkça belirtilir.
Hepimiz, Türkiye hükümetinin Soykırım’ı tanıyan her ülkeye, insan hakları kuruluşuna, dinî gruba ya da akademisyene karşı her türlü diplomatik silahı kullanmakta tereddüt etmediğinin farkındayız elbette. Fakat Avustralya - Yeni Zelanda farklı bir vaka. Ülkenin –ABD ya da İngiltere’yle ilişkilerinde olduğunun aksine– önemli savunma, güvenlik meseleleri, ticari ya da jeostratejik meseleler yok ortada. Söz konusu olan, tamamen siyaset, tarih ve hafızayla ilgili bir mesele. Her üç ülke de (Avustralya, Yeni Zelanda ve Türkiye), bu hususi ilişki üzerinde ince ince çalışarak, efsaneler ve milliyetçiliğin hakikat ve adaletten daha önemli olduğunda karar kıldı.
New South Wales Eyaleti Parlamentosu’nun yaptığı, Avustralya’da Yeşiller Partisi milletvekillerinin de yapmaya çalıştığı gibi, Soykırım’ın resmen tanınması bu meseleye bir çözüm getirebilir. Fakat Hrant Dink’in şu güçlü tespitini akılda tutmakta fayda var: “İdrak edilmemiş bir inkârın veya ikrarın hiç kimseye yararı yoktur.” Avustralya ya da Yeni Zelanda kurumları ‘tanıma’yı tercih edecek olurlarsa, bunu yaparak Türkiye’nin inkârcılığına meydan okuduklarını, kendi Ermeni vatandaşlarını onurlandırdıklarını ve atalarının bu büyük suça dair tanıklıklarının ve deneyimlerinin hakikiliğini kabul ettiklerini net bir şekilde görmeliler. Aksi takdirde, ‘tanıma’ içi boş bir jest olmaktan öteye gidemeyecektir.