Amerikan vatandaşı üç Ermeni’nin Türkiye Cumhuriyeti, TC Merkez Bankası ve TC Ziraat Bankası’na açtığı davanın temyiz duruşması görüldü. Hakimlerin sorularına iki tarafın da verdiği cevaplar oldukça dikkat çekiciydi.
Ailelerine ait arazinin 1915 sürecinde ellerinden alındığını öne süren üç Ermeni, İncirlik’teki NATO üssünün bir bölümü ve etrafında bulunan toplam 500 dönümlük arazinin iadesini istiyor. Dava 2013 yılında yerel mahkeme tarafından, dava konusunun mahkemeler değil seçilmiş kişilerce ele alınması gereken siyasi bir mesele olduğu gerekçesiyle iptal edilmişti. Davanın kısa süre önce gerçekleşen temyiz duruşmasında ise ilginç gelişmeler yaşandı.
Son duruşmadan bu yana neredeyse üç yıl geçmesine rağmen karara bağlanamayan İncirlik tazminat davasında, 17 Aralık 2018’de ABD’nin güçlü 9. Bölge Temyiz Mahkemesi’nde (Yetki alanı ABD’nin neredeyse batısının tamamını kapsıyor) yeni bir hakim heyeti önündeki duruşmada taraflar sunumlarını tekrar yaptı. 2016’daki duruşmada görev alan üç hakimden Kozinski, cinsel taciz suçlamaları yüzünden görevinden istifa etmek zorunda kalmıştı. Diğer hakim Reinhardt ise vefat edince, tek hakim olarak Wardlaw kalmıştı. Bu nedenle yeni bir heyet oluşturuldu: Wardlaw’ın yanına hakimler Hurwitz ve Berzon eklenerek, duruşma yeniden yapıldı. Hakimlerin sorularına iki tarafın da verdiği cevaplar oldukça dikkat çekiciydi.
Bankalara dava
Öncelikle günümüze kadar nasıl gelindiğiyle başlayalım. Ailelerine ait araziler 1915 sürecinde gasp edilen Ermeni davacılar, Ziraat Bankası’na 1915’ten sonra bu arazileri ilk sahiplenen kurum olarak ve Merkez Bankası’na da 1923’te kurulduktan sonra arazileri devralan merci olduğu gerekçesiyle, ABD mahkemelerinde tazminat davası açmışlardı. Türkiye Cumhuriyeti de ayrıca dava edilmişti ama davaya cevap vermediği icin hükmen mahkum sayılmıştı. Bankalar ise iddialara cevap verdiler; avukatları savunma yaptı. İki bankanın ABD’de bulunan maddi varlıkları, davayı kaybedecek olurlarsa tazminatlara karşılık olacak. Bu davanın ABD’de açılabilmesi, 1976’da Kongre’den geçen ‘Yabancı Egemen Devletlerin Dokunulmazlık Hakları Yasası’ nedeniyle mümkün olabiliyor. Dava edilen devlet ve o devletin resmi kurumları ilk savunmalarında “Bizim dokunulmazlığımız var” diye cevap verdikten sonra, davacılar Yasa’nın öngördüğü istisnalar üzerinden davaya devam edebiliyorlar. Böyle bir davada istisna gerekçesi ise ‘Uluslararası yasalara aykırı olarak gasp edilmiş mal ve mülkler’ olarak tanımlanıyor.
Federal Hakim Gee, alt mahkemedeki durusmalardan sonra 2013’te konunun ‘siyasi doktrin’ kapsamında olduğunu gerekçe göstererek davayı iptal etmişti. Ermeni davacılar da bu kararı temyize taşıdılar. Onların temyiz gerekçesi ise şöyleydi: “Yasanın yürürlüğe sokulmasının temel nedeni hükümetleri zor durumda bırakmamak için Kongre tarafından yargıya aktarılmış olmasıdır. Yasada belirtildiği gibi şayet mal-mülk gasbının yapıldığı dönemde geçerli olan uluslararası yasalar çiğnenmişse davanın devam etmesi gerekiyor.” Karara Ziraat Bankası ve Merkez Bankası da itiraz ettiler. Onların iddiasi ise ABD mahkemelerinin gerekçeye ihtiyaç olmaksızın konu siyasi olsun olmasın yetkisiz olmasıydı.
İlk soru
Duruşmada hakimlerin ilk sorularından biri şuydu: “Varsayalım ki konu siyasi kararla tezat oluşturuyordu. Ve yine varsayalım ki karar verebilmemiz için soykırımın olup olmadığını yanıtlamamız gerekmiyor. Peki, 1915-1923 arasında geçerli olan uluslararası hukukun ihlali söz konusu muydu?”
Ermenilerin temsilcilerinden birisi olan bir avukat, Paris Barış Antlaşması, Sevr Antlaşması, 1919’da Türkiye’de yapılan askeri yargılamalar ve Lozan Antlaşması hükümlerinin ve insan haklaryla ilgili temel normların ihlal edilmiş olduğunu iddia etti. Hakimler duruşmaya çok iyi hazırlanmıştı ve bu cevaptan tamamen tatmin olmamış görünseler de ABD’nin de Osmanlı Devleti’nin devamı olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin de, imzaladıkları 1899/1907 Lahey Sözleşmelerine dikkat çekerek, Ermenilere karşı yapılanların soykırım tanımına girsin veya girmesin, savunmasız Ermenileri toplu olarak cezalandırma nedeniyle, davanın sürmesinin mümkün olacağını ima ettiler. Hakimler Hurwitz ve Berzon, “Katliamlar, yağma ile birleşince, durumun 1933’ten sonra Nazi Almanya’sında olanlardan neden farklı olsun ki?” diye sordular. Hakimler ayrıca Nürnberg yargılamalarının da ‘geriye dönük bir yargılama’ olduğuna dikkat çektiler.
İnsan hakları ihlalleri, katliamlar, büyük felaket zaten ‘soykırım’ sözcüğü kullanılmasa da ABD başkanlarının her 24 Nisan’da tekrarladıkları kavramlar. Bu nedenle siyasi itirazın geçerli olamayacağı, mal ve mülk gasbının yasanın kapsamına girdiği gerekçesinin, karar üzerinde etkili olacağı görülüyor.
1915’in farkı
Bu iddialara yanıt olarak, bankaların avukatı ise Nürnberg yargılamaları ve Holokost’un çok farklı farklı olduğunu, Holokost’tan çok kısa süre sonra Nürnberg yargılamalarının yapıldığını söyledi. Hakimler ise 1915-23 arasındaki uluslararası hukukla 1933’teki uluslararası hukukun farklı olmadığını iddia ettiler.
Konuya emsal davalardan biri olan Altmann davasında, aynı yasaya dayanarak Avusturya devleti 1930’larda Yahudi vatandaşlarından gasp edilmiş değerli resim koleksiyonları için tazminat cezasina çarptırılmıştı. Hakim Hurwitz, yaşananların soykırım olarak tanımlanıp tanımlanmamasından daha çok gerçekte neyin yaşanmış olduğunun daha önemli olduğuna dikkat çekti. Yağma, katliamlar ve gerekçesiz sürgünlerin ABD mahkemelerinin yargılama alanına girmesi gerekçe olarak öne çıkıyor.
Hakim Hurwitz, bankaların avukatına, “Peki, 1915’te yaşananlar bugün gerçekleşse, savunmanız değişir mi?” diye sorunca, salonda hafif bir duraklama ve sessizlik oldu; avukat bu soruya bir yanit veremedi. Avukatın en ilginç iddiası İkinci Dünya Savaşı’nın resmi bir savaş olduğu, Birinci Dünya Savaşı’nın ise böyle olmadığı yönündeki iddiasıydı. Avukata göre, Osmanlı Devleti zaten çöküyordu bu yüzden de savaşta resmi bir taraf sayılmamalıydı. Hakimler avukatın bu iddiasına hemen müdahale ederek, “Osmanlı Devleti Almanya’nın müttefiki değil miydi? İtilaf devletlerine savaş ilan etmedi mi?” diye sordular. Avukat buna “evet” cevabını vermek zorunda kaldı. Öte yandan hakimler kararın Ermenilerin lehine çıkmasının ABD'yi benzer davaların içine çekme ihtimali yaratacağını da gözardı etmediler.
Kararın ne zaman çıkacağı henüz net değil. Heyet karar vermeye hazır ve istekli gibi görünüyor. Ermeni davacılar kazansa bile muhtemelen karşı taraf bunu Yüksek Mahkeme'ye taşıyacaktır. Ancak şu parantezi de açmak gerekir ki Ermeniler için olumlu sonuç çıksa bile bu, Balkanlar'dan zorla göç ettirilen Müslümanlar için emsal teşkil edebilir. Konumuza dönecek olursak özel şahıslar tarafından açılan davalar öyle görünüyor ki sürecek. Bu tür davalara ABD mahkemelerinde bir karar verilse de bu yeterli ve tatminkar olmaz. Önemli olan adaletin Türkiye Cumhuriyeti mahkemelerinde tecelli etmesini mümkün kılmaktır. Hrant Dink'i hasretle andığımız bu hafta sonunda bu hayal ötesi gibi gözüken beklentimizden, onun birleştirici sabırlı ve iyimser inancından güç alarak vazgeçmemek, hepimizin sorumluluğu olmalıdır.