Pera Müzesi’ndeki ‘Çifdüşün-Çiftgörgü’ adlı sergide yer alan Büyüktaşçıyan’ın heykeli adını Lord Byron’un Ermenice için kullandığı ‘Kayıp Cennet’in Dili’ tabirinden alıyor.
Pera Müzesi bugünlerde, küratörlüğünü çağdaş sanat dünyasının tanınmış ismi Alistair Hicks’in üstlendiği ‘Çifdüşün-Çiftgörgü’ adlı sergiye ev sahipliği yapıyor. George Orwell’in meşhur romanı ‘1984’te de tasvir ettiği ; ‘çiftdüşün’, birbiriyle çelişen iki düşünceyi zihnimizde bir arada tutma ve bu düşüncelerin ikisine de aynı anda inanabilme yeteneğidir. Bu anlayış, Batı dünyası Kartezyen tedrisatında yetişmiş çoğu kişiye ilk bakışta mantıksız gelecektir. İroni o ki, Orwell’in distopyasında devletin şiddeti meşrulaştırma aracı olarak tasvir edilen çiftdüşün, bugün dünya çapında daralan çoğulcu politik alanları yeniden tahayyül edebilmemizin araçlarından biri haline gelmiş durumda. Hicks de bu felsefede bir umut ışığı görmüş olacak ki, Moskova kavramsal sanatından başlayarak, ulusal ve uluslararası koleksiyonlardan seçtiği sanat eserleri aracılığıyla, bizi Beyoğlu’nun göbeğinde böyle bir egzersize davet ediyor.
Sergi, Rusyalı sanatçı Pavel Pepperstain’ın şu sözleriyle açılıyor: “Siz muhtemelen çiftdüşünü olumsuz bir kavram olarak görüyorsunuz. Rusya’da bize göre çiftdüşün, yalnızca bir başlangıçtır.” 1970’lerde ve 80’lerde devlet tarafından sanatçı olarak tanınmadıklarından, eserlerinde metin üzerinden alternatif bir iletişim biçimi kurmak zorunda kalan Moskova ekolünün bu serginin ana hattını oluşturması tesadüf değil. İşlerin çoğu temelde metin ile imge arasındaki gerilim ve bu gerilimin yarattığı potansiyel alanla ilgili. Bu alanı, Magritte’in piposunun altına açıkça yazdığı “Bu bir pipo değildir” cümlesiyle de düşünebiliriz, Sandra Gamarra’nın Manet’nin ‘Olympia’sının içine gizlediği dizelerle de. Çiftdüşün bugün bize sanatın ve estetik düşünme pratiklerinin politik alanı nasıl besleyebileceğine dair bir öneride bulunuyor. Hicks bunu “Şayet erken dönem modernistler görevlerini yerine getirmiş olsalardı yeni-Platoncu felsefeye uzanan bu düşünme biçimi durdurulmuş ve sorgulanmış olacaktı” diye yorumluyor. Dolayısıyla, çiftdüşün zıtlıkları birbirine koşut olmaktan çıkarmakla kalmıyor, sanatta ve siyasette çoğulcu okumaları mümkün kılacak teorik havzanın sınırlarını da genişletiyor.
Sergideki işleri böyle bir lensten okuyunca, çiftdüşün, Moskova kavramsalcılarının başını çektiği bir yöntemden öte, farklı coğrafyalarda her defasında yeniden keşfedilen bir olanak olarak karşımıza çıkıyor. Bu nedenle sergide, metin ile imgenin apaçık bir şekilde iç içe geçtiği işler üreten Pevel Peperstain, Erik Bulatov, Nikita Alexeev’in yanı sıra, farklı coğrafyalarda ve politik bağlamlarda çifdüsünü bir yöntem olarak kullanan William Kentridge, Marka Mäetamm, RAQS Medya Kolektifi gibi sanatçıların eserlerine de rastlıyoruz.
Adorno, Auschwitz’den sonra sanat yapmanın artık mümkün olmadığını söylerken, bunu sadece yaşanan katliamın büyüklüğünün temsil edilemeyecek olmasıyla gerekçelendirmez; böylesi bir dehşetin hayal gücümüzün sınırlarını yeniden belirleyecek kadar şiddetli olduğuna da dikkat çeker. Metnin veya imgelerin yetersiz kaldığı bir felakettir bu. Sergide Anselm Kiefer’in işi doğrudan bu konuya eğiliyor ve Holokost’tan sağ kurtulan şair Paul Celan’ın dizelerini Alman tarihinden kültürel göndermelerle bezeli muğlak kolaj resminin içine koyuyor. RAQS Medya Kolektifi ise ‘Yeni Çıkacak Başlıklar’ adlı dizisinde komünist ve sosyalist düşünceye yön vermiş başlıca kitapların isimleriyle oynayıp metne dayalı bu felsefelerin olanakları ve çıkmazlarına aynı anda işaret ediyor. Kader Attia’nın , tekil tarihyazımını problematize eden ‘Hiçbir Şey Değişmedi’ adlı serisi ise benzer şekilde Guantanama Bay toplama kampındaki işkenceler üzerine yazılmış üç kitabın okunamaz halde olması üzerine. Attia’nın bu eseri hem bilgiye erişimimizi, hem de yazının temsil gücünü sorguluyor.
Hera Büyüktaşçıyan’ın kinetik heykeli ise adını Lord Byron’un Ermenice için kullandığı ‘Kayıp Cennet’in Dili’ tabirinden alıyor. Sanatçı mektup pullarına benzeyen hareketli tahta blokların üzerine bu betimlemeyi Ermenice harflerle İngilizce olarak işliyor. Ermenice bilmeyen bir izleyici, gıcırdayarak inip çıkan bu blokların üzerinde yazanı okuyamasa dahi işaret ettiği hafızanın ağırlığını hissedebiliyor. Sergide okunamayan tek metin o değil; Romanyalı sanatçı Ciprian Meruşan’ın ‘Ölü Ağırlıklar’ başlıklı işinde, Sovyet hicvini, bir dizi baskı halinde sanat ve tarih kitapları yığınının altına yerleştirerek saklaması, daha örtük bir eleştiri. Meruşan’ın ağırlığında metin göründüğü değil görünmediği ölçüde açıklayıcı. Ali Kazma’nın, Alberto Manguel’in kütüphanesinin hikâyesini anlatan videosu, kütüphanelerin çelişkiler barındıran bilgileri bir arada tutan yerler olduğuna vurgu yaparken, Nedko Solakov’un ‘Kitap Hikâyeleri’ adlı işi, insanlar yerine kitapları konuşturuyor. William Kentridge’in, Robert Burton’un ‘Anathomy of Melancholy’si (Melankolinin Anatomisi), sayfaları üzerinde gezinen imgelerinden oluşan video işi ise ‘çiftdüşün’ü en iyi özetleyen eserlerden biri. Babası, Nelson Mandela’nın avukatlarından biri olan Kentridge, ‘Hayır Öyle’ adlı işinde bir beyaz erkek olarak aynaya bakıyor ve karşısında dans eden siyah bir kadın görüyor. Melankolinin açıklandığı sayfalar bir arka fon olarak gözümüzün önünden akarken siyahlık ve beyazlık, erkeklik ve kadınlık, durağanlık ve hareket ikilikler olmaktan çıkıyor.