ISABELLE KORTIAN
On yılda bir şey öğrendik. Şehitler ölü, kahramanlarsa canlı insanlardır. Dink’in büyük zaferi de burada başlıyor. O, 1996’dan 2007’ye on yıl boyunca, o eşsiz tondaki sesiyle ya da kalbe ve ruha dokunan o okşayıcı kalemiyle, ekranda veya mikrofonda, konferans ve tartışmalarda ve kendi gazetesinde, devletin gerçek bilginin tekeli olması düşüncesini sorguladı. Sırf atalarının da yaşadığı anayurtlarını sevdikleri için Ermenileri hain veya bir beşinci kol olarak yaftalayan kamuoyunun büyük bir bölümünü o ikna etti. Ektiği nifak değil şüphenin tohumuydu. Bu ülkenin resmi tarihine indirdiği ölümcül darbe muazzam bir enerjiyi özgür bıraktı. Yaşamı boyunca ve o öldükten sonra… Onun sayesinde pek çoğu, ta Osmanlı zamanından kalma bir suçun kendilerini gölge gibi takip ettiğini fark etti. Anadolu’ya dayanan bu hayaleti idrak ettiler. Bu dürtü ile diller çözülmeye başladı, Ermeni nineleri, talanı, gaspı ve adaleti konuşur oldu. Mekanlar bir anda hafızasını buldu. Ülkenin mirası ve kültürel zenginliği daha da ortaya çıktı. Hayal dahi edilemeyen şeyler gerçekleşti. O, ister Türk veya Ermeni, Alevi, Kürt, Yahudi ya da Rum olsun, gençlere özsaygı aşıladı, daha az gençlereyse içlerindeki korkuyu yenmenin yollarını gösterdi. Geçtiğimiz on yıl Hrant Dink’e kayıtsız kalınamayacağını ortaya çıkardı, çünkü onun çalışmalarının çığır açan bir doğası var ve bu çağdaşlarını beslemeye devam ediyor. Her ne kadar geçmişteki destekçileri Dink’in davasını başka yerlerde sürdürmek için ayrılsalar da Agos yayınlanmaya devam ediyor. Hrant Dink Vakfı kendisinin adını yaşatmak için onurlu bir şekilde çalışıyor. Fakat Dink bunların da çok ötesinde bir yerde. Küreselleşmiş, belirsizlikle dolu güvencesiz bir dünyada ve bir dört yol ağzındaki Türkiye’nin hengamesinde, kıyametin eşiğindeki Orta Doğu’da, umudu artırmaya ve endişeleri dile getirmeye muktedir olan Dink öyle bir sembole dönüştü ki, onun öldürülmesinden sonra dahi korkuyla sindirilemeyen bir şevke ilham verdi ve giderek artan zorluklara rağmen vazgeçmedi. O demokrasi uğruna adaletsizliğin her türlüsüne karşı tutturduğu bu istikamette en barışçıl şekilde yol aldı. Kadınlar ve erkekler, Hrant Dink’in onlara ortak bir yaşam ümidini bahşeden bu paha biçilemez hatırasında ne çok ortak noktaları olduğunu keşfettiler, birlikte onun naaşının arkasından yürüdüler. Bu insanlar yarının Türkiye’sine şekil verip bu geleceği cumhuriyetin kuruluşunun yüzüncü yılını daha anlamlı bir kutlamayla zenginleştirmeyi isteyecekler. Çünkü Dink’in katli sırasında birlikte yaşadıkları onun hatırasını asla silinmeyecek şekilde akıllara kazıdı. O ki, kadim Bizans’ta bir ikonoklast, saraydan veya büyük kentten değil uzak bir elma şehri Malatya’dan gelen bir taşralı, Tuzla’da çocuklar için o en güzel yeri inşa eden Gedikpaşalı bir yetim, bedeni yerde yatarken ayakkabılarıyla bazılarıyla dalga geçen bir dilenci, o ki tabuları yıkan bir kişi… Ne yaptıysa kendi başına ve herkes için yaptı. Büyük bir yücelikle ve nezaketle… Bir kahraman gibi… Ölümünde onu Balıklı’ya götürecek devasa bir kalabalığı harekete geçiren bu kişiyi bir başka büyük kalabalık ise balkonlarında ve camlarında bekliyordu, bu yılgın ve çok renkli kalabalık, tek bir adamın yapabildikleriyle büyülenmişti. İstanbul, kanından canından bir parça için, evladı için, onun için toplandı ve ağladı.