Bu hafta da yolumuz yine o eski görkemli günlerini arayan ama bir yerden de hayat içinde nice hikâyeye ev sahipliği yapmaya devam eden emektar bir hana düştü: Yaldızlı Han.
Şehrin hoyratlığından en çok nasiplenen yapılar, hanlar olsa gerek. Seveni çok sevmiş, içinde ömrünü geçirenler olmuş. Gel gör ki, ticaret sanayileştikçe, fabrikalar ve alışveriş merkezleri devreye girdikçe, hanlar unutuluşa terk edilmiş. Müdavimleri ve meraklıları için hâlâ vazgeçilmez olsalar da, küskün bir vakar içindeler.
Bu hafta da yolumuz yine o eski görkemli günlerini arayan ama bir yerden de hayat içinde nice hikâyeye ev sahipliği yapmaya devam eden emektar bir hana düştü: Yaldızlı Han.
Pakrat ve Zakar Abi ile Berge’ten müteşekkil ekibimizle çoktan ‘han sapıkları’ ilan edilmişizdir herhalde. Artık muhabbetlere önceden ziyaret ettiğimiz hanlara laf atarak ya da gitmemiz gerekenleri sıralayarak başlıyorlar. Yaldızlı Han’da mihmandarımız ve ev sahibimiz burayı gerçekten de evi bilmiş Stepan Altuntepe. 1968’den beri İmge Gümüş isimli atölyede imalat yapan usta, aileden bu mesleğe gönül verenlerden. Ustası da bizzat babası Artun Altuntepe olmuş. “Babam Sivas’tan gelmiş, gümüşçü olmuş. Amcam eski bakırcılardan Yervant Altuntepe. Mamamım babası Ohannes Aslanyan dedem de bakırcıydı. 90 yaşına kadar çekiç salladı.”
Han tarihi halk tarihi
Altı yaşında Sivas’tan gelen Stepan Usta, han dışında memleketi Sivas’a da aşık. “ Mama tarafım Tavralı, değirmencilik yaparlarmış. Mamamın dedesi Kaplan Dede muhtarmış. 1915’te Tavra’de önceden uyarıp, kaçmalarını sağlayarak çok Ermeni’nin hayatını kurtarmış.” Han tarihi demek 1915 ve sonraki dönüm noktalarıyla kâh yok olan kâh dağılan aile hikâyeleri de demek Ermeniler açısından. Hanlar, buluşma noktaları olmuş hep. O yüzden hep işyeri olma dışı anlamları hep çok ağır basıyor.
Konu işe geldiğinde, herkesin canı sıkkın. Çekiç seslerinden geçilmeyen, siparişlerin yetiştirmek telaşının yaşadığı günler tatlı bir masal artık. Stepan Altuntepe, iç içe odalardan oluşan geniş atölyesini gezdirirken “Eskiden 20 kişi çalışırdık burada, giderek küçüldük. Şimdi üç kişiyiz. Hana da bakım gerekli. Depremden sonra iyice hırpalandı” diyor. “Çok uzak değil, 2000li yılların başında 3.5 ton gümüş işlerdim. Şimdi toplasan 100 kilo ancak eder.”
Eski zaman ustaları
25 yıl kadar Pastırmacı Han’da da çalışan Altuntepe, mastır kalıplarla gümüş tepsi ürettikleri atölyede otel barları için pirinç ve bakır kaplama dizayn işler yaptığını anlatıyor. Eskilerin Ermeni ustalarla dolu kalabalık günlerini özlüyor haliyle. “Silindirde Arakel ve Norayr Torosoğlu vardı. Kuyumcu Dikran Kumru, gümüşçü Kenedi (Kenan) Kızılkaya, gümüşçü Berç Torosoğlu. Ustam Sarkis Zakar çarşıda küpe yapardı. Elimize alıp şöyle bir bakar, o ürünün hangi ustaya ait olduğunu anlardık. Kimse kimsenin modelini yapmazdı.”
İşsizlik ve çırak müessesesinin iflası büyük sorun. “Gümüşçü atölyelerinin bir kısmı işsizlikten depo oldu şimdi. Halıcılar ve kunduracılar kullanıyor buraları. Aşağıda bir de çarşıdaki büfelerin mutfakları var. Bir zamanlar karyolacılar ve nikelajcılar vardı. Sanayi olunca onlar da göç etti.” Stepan Usta’nın sözlerini tasdik edercesine eski bir karyola tezgâhı çürümeye terk edilmiş haliyle bir köşede duruyor. Üst katta da Arnavut ustaların bir zamanlar Yugoslavya’dan getirdikleri bir marangoz tezgâhı var. Sahipleri gidince tezgâhlar da küskün kalakalıyor böyle.
Stepan Altuntepe, Yaldızlı Han’ın 50 yıllık gümüş ustası Mehmet Hoşkan’ın atölyesine götürüyor bizi. Sipariş üzerine el emeği göz nuru takı tasarımları yapan usta 26 yıldır oğluyla birlikte çalışıyor. Onların atölyesi de ufalmış. “Daha önce İmam Ali Han’daydım” diye anlatmaya başlıyor Mehmet Usta, “Mesleği Keşan’da kuyumcu dayımın yanında öğrendim. Tokat Turhal’da çalıştım.” Atölyenin her yerinde Kafkas kalpaklı eski dönem erkek fotoğrafları ve Sovyet Birliği’nden kalma kağıt paralar var. Sebebi Mehmet Usta anlatınca anlaşılıyor, “Aslen Kafkasyalıyız Osetya’dan. Soyadımız Hoşite imiş.”
Handa çocuk olmak
Derken Minas Oflaz geliyor yanımıza. Onunla birlikte çocukken koşturduğu hanın üst katına çıkıyoruz. “Eskiden burada çorapçı vardı; mukavvadan karton bavul yapanlar, elde silah kılıfı yapanlar… Hatta kemikten tarak yapan bir yer vardı. Yanmış kemik kokusu olurdu hep üst katta o yüzden. ” Sonra köşedeki atölyeyi gösteriyor. “Burası babamın konfeksiyon yeriydi. 72’de yangın çıktı atölyemizde.”
Keder ve sevinç iç içe anılarda. Bir an sonra yine çocukluğuna dönüyor Oflaz. Hınzır bir ifadeyle bir köşeyi gösteriyor. “Küçükken burası labirent gibi gelirdi. Bisiklet sürmüşlüğüm bile var şu ara geçitlerde. Bir de bak, şuradaki delikten tepeye çıkardım. O zamanlar 10 yaşındaydık, çatıda cirit atardım.”
Üst katta dolanırken bitişikteki Rokoko Han’dan bahsediyor Stepan Altuntepe. Kirkor (Koko) Kürkçüoğlu sıfırdan yapmış burayı. Sünnet şapkası tasarlarken günün birinde takı tasarımına yönelmiş. Önce aynı isimli firmasını, sonra da hanı kurmuş. Yâd ediliyor şimdi bütün o deli cesareti, inat ve irade gerektiren emekleriyle.
Beri yanda bir atölyede gümüş dökmecisi Şadi Darıca yanan harlı ocağın başında ter döküyor. Hanın farklı köşelerinde dökmeciler, gümüşün maden işçileri olarak kara kumu döküyorlar kalıplara. Mahir elleri neredeyse otomatik hareketlerle çalışıyor. Sarıkışlalı Şadi Darıca’nın ustası Avedis Tekiroğlu’ymuş. Bir atölyeye girmek demek şimdiki zaman ustaları eşliğinde geçmişin o kayıp seslerini de duymak demek. Çoğu duvarda, çekiçlerin, kalemlerin arakasında ustaların fotoğrafları gülümsüyor bize.
‘Azaldık işte…’
Yaldızlı Han’da da artık eşine giderek daha az rastlanmaya başlayan baba-oğul çalışanlar var. Dikran Kumru ve gümüş ustası oğlu Sarkis bu baba-oğul geleneğine bir örnek. “Sivaslıyım ben” diye anlatmaya başlıyor Dikran Usta, “Önceleri çarşıda ve Çuhacı Han’daydım. Gitmiştiniz oraya değil mi? Oradan buraya geldim. Altın, gümüş karışık çalışırdım. Ustam Haçik Armağan’dı. Avcı Haçik diye bilinir. 6-7 Eylül’de ustam dahil çok insan gitti. Azaldık işte…”
Susuyor Dikran Usta. Han duvarları gayrimüslim azınlıkların dağılma hikâyeleriyle dolu tıka basa. Fazla söze gerek yok. Adı sadece paslı levhalarda kalan, hatıralarda yaşatılan ustalar, ailecek gidilen yeni diyarlar suskunluğun ve boşluğun içinde duyuluyor zaten.
Derken usul usul anlatıyor yine. “Beş yaşında geldim İstanbul’a. Babam marangozdu, koltuk, sandalye iskeleti yapardı. O dönem kuyumda Sivas’tan gelem ustalarımız vardı. Manuk Seyran, Aleksan Havıters… Çoğu yağlı kâğıda kendi modelini eliyle çizerdi. Sadekârım ben. Özel sipariş çalışırım. Ustam Avcı Haçik de tek taş uzmanıydı…”
Stepan Usta da çocukluğuna dönüyor. “Birden çok ustanın çıraklığını yapardık o dönem. Bir Jirayr Usta’nın yanına koşardım Kalcılar Han’a. Elektrikli ocak yoktu. Kolu çevirirdik saatlerce. Çocuğuz tabii, yorgun düşerdik. Oradan koş İmam Adnan’a, cilacı bulmayı. Böyle handan hana gezerdik her gün.”
Üst kat köşede Zakar Abi’nin kaptan köşküne benzettiği minicik bir atölyede Mahmut Usta kalem işi yapıyor. “Herkes okumaya gitti” diyor kalemkâr, “kimseler devam ettirmiyor bu sanatı.” Nedense Gülten Akın’ın o unutulmaz dizeleri geliyor aklıma o an. ‘Ah, kimselerin vakti yok/ Durup ince şeyleri anlamaya/Kalın fırçalarını kullanarak geçiyorlar/Evler çocuklar mezarlar çizerek dünyaya’ Dökmeciliği, kalemkârlığı, dövücülüğü, ajurculuğu, kakmacılığı, cilacılığı… bütün alanlarıyla gümüş ve kuyum sanatı bir sabır, sebat ve tevekkül hikâyesi. Artık yarattığı güzellikle onanan, bu denli maneviyata dayalı, tamahkâr hayatlar yok ki…
Son kaşıkçılar
Girişte ve alt kat atölyelerde kaşık cilacıları çalışıyor harıl harıl. “Bu handan başka yerde kaşıkçı kalmadı” diyor Stepan Usta. Hampar ve Norayr Torosoğlu’nun sahibi olduğu Ak Gümüş’te Ahmet Başar usta, Bilal ve Yaşar ustalar başta olmak üzere türlü çeşit makinenin önünde emek veren çalışanlar var. Her biri yıllarını buraya vermiş olmanın rahatlığı içinde çalışıyor. Fırın 675 dereceye ayarlıymış. Bir yandan gümüş levhalar silindirden çıkarken, kaşık modelleri irili ufaklı fırçalar eşliğinde parlatılıyor. Cila bölümündeki ustaların işi zor. Kâh dumandan göz gözü görmez oluyor kâh kesif bir koku kaplıyor ortalığı. Gümüş bu. Elden ele geçtikçe, güzelleşip kendi oluyor git gide.
“Biz gümüş kullanmayı bilmiyoruz” diyor Stepan Altuntepe. “Örneğin bebe takımlarını gümüşten yaparlar, çünkü gümüş mikrop barındırmaz. Yurtdışında kullanılır hemen bu takım. Bizdeyse aynalı vitrine konur, öyle süs diye bakarız.”
Hoş, şimdi süs niyetine gümüş de kalmadı. En son özel bezlerine sarılı gümüş çatal bıçak kaşıkların silinip de sofraya ne zaman konduğunu hatırlamıyorum bile. Nişan ve düğün gondolları, nostaljiden hoşlananlar dışında o eski rağbetinde değil. Gümüş tasarımlar da ancak meraklılarını bulunca hasret giderebiliyor. Gerisi parlak taşlı, cafcaflı ziynet.
Su gümüşü büyüsü
Stepan Usta hanın bir köşesinden diğerine atılıyor heyecanla. Her bir atölyeyi kendisinkiymişcesine sahiplenmiş, hepsinin içerisinden geçirmek istiyor bizi. Eğer kuramsal bilgiyle gümüşçü olmak diye bir şey varsa, biz de olduk sayılır. Kalıpların ateşe verilişini, dövülüşünü, silindirde çekilen gümüş plakaları her birini ayrı ayrı gördük. Ben en çok su gümüşüne aşığım. Işıl ışıl su damlasına benzer gümüş zerreciklerini avucumda tutarken Şeker Kız Candy’de olduğu gibi büyü yapabileceğime inanıyorum. Yok olanları geri getirebileceğime, misal. Sonra o su gümüşü içinde bakır olan bir kova eşliğinde ayrılıyor benden. Her şeyin fazlası zarar ya, fazla saf gümüşün de kullanım değeri yok. 1000 ayar çok yumuşak olurmuş. Bakırla karıştırılarak 925 ayara iniyor. Yani, bir kez daha büyümden oluyorum.
Bu kez de Didem Madak’ı hatırlıyorum pat diye. “Bana artık büyü diyorlar Füsun /Artık büyüyüm, bilmiyorlar./Ülkemin yürüyen caddelerinde acılarımızın kaynağını araştırıyorum/Kelimeler dişliyor kollarımı/Diş izlerinden bir saatle takip ediyorum zamanı”
Biraz sonra yine hayata karışacağız. Gün ışığını bile yadırgayacağım han odalarının loşluğundan sonra. Zamanı bir başka saklamış hanlar. Yine biraz nasiplendik ya, ucundan kıyısından, ne mutlu bize. Şükür hanlarla buluşturan şu hayata…
Dipnotlarda ve ilanlarda Yaldızlı Han
Eminönü’de Kapalıçarşı’nın Tığcılar Kapısı’ndan çıkınca, aynı isimli sokakta Pastırmacı Han’ın yanında yer alıyor Yaldızlı Han. Kitabesi olmayan yapının kesin tarihi belli olmamakla birlikte mimari ayrıntılarında ve çevresine bakılarak 18. yüzyıla ait olduğu tahmin ediliyor. Yıpranmış cephesi tuğla ve taş örgülü olan yapı, bir avlu etrafında iki katlı olarak düzenlenmiştir. Bakımsız ve yıpranmış haline karşın Kevor Pamukciyan’ın ‘İstanbul Yazıları’ kitabından bahsi geçen handa Kazaz Artin’in (1771-1834) yazıhanesinin bulunduğunu öğreniyoruz. Devamı da şöyle geliyor: “Duvarları altın yaldızla müzehheb olduğu için, önce Yaldızlı, sonra da Yaldız Han adını almıştır.”
Hanlarda pek çok meslek grubu faaliyet gösterirdi. Sağlık alanından, özellikle doktorlar, diş hekimleri de dikkat çekiciydi. İstanbul’da, 1909-1924 yılları arasında yayınlanan Aravod (Sabah) gazetesinin 1914 yılına ait bir ilanı bunun bir örneği.
Doktorlar Atamanzade Şerefettin ve Celal Tahsin Frengi hastalığını, başlangıcında ‘ultramikrokospik’ yeni sistemle, eski ve yeni belsoğukluğunu da mikrobiyolojiye tabi tutarak kısa sürede tedavi ederler.
Başvuru: Bahçe kapı, Yaldız Han No:8
(Kaynak: Zakarya Mildanoğlu)