Hanlar Hamamlar'da bu hafta, hikâyelerle dolu, İki katlı mütevazı Sofçu Han var.
Han dediğin hayat içinde saklı bir köşe. En çok bunu öğrendim. Sofçu Han’ın girişinde çay içip kutucudaki kadife keselere, yaldızlı kutulara bakarken bunu düşünüyorum. Birazdan şu dar girişten içeri dalınca, dünya başkalaşacak. Nitekim öyle oluyor. İki katlı mütevazı Sofçu Han da elbette hikâyelerle dolu.
Elektrikçi Manuel Attaroğlu, hanı evi bilmişlerden. Eski bir siyah-beyaz fotoğrafını gösteriyor hanın. “Bakın diyor, “bir zamanlar cephede hiç dükkân yoktu.1955’te burada at arabaları bağlı olurdu. Şu üst katta da aileler kalırdı.”
Sofçu dediğin muamma
Hanlar bakımsızlık ve tarihe karşı hoyratlıktan öyle bir nasiplenmişler ki, genellikle adını taşıdıkları maddenin üretildiği ya da toptan satıldığı, o malla ilgili işkolunun meslek birliğinin olduğu yerlerken, bugün o geçmişin yerinde yeller esiyor. Sofçuluğun ne demeye geldiğini Pakrat Ahparig anlatıyor: “Eskiden üç çeşit astar vardı. ‘Astarı yüzünden pahalıya geliyor’ deyimini haklı çıkaracak şekilde, en pahalı astar olan Sire Saten, parlak kumaştandı ve palto, ceket gibi ağır giysilerin içine dikilirdi. İkinci kalite Beatris, yine parlak kumaştandı ancak daha inceydi. Daha ziyade elbise içlerine dikilirdi. En ucuz astaraysa Sof adı verilirdi. En ince bu astar türü, parlak değil de elini sürdüğünde hafif pütürlü kumaştan yapılmaydı.” Bir vakit belli ki bu handa sofçular varmış, gel gör ki Sofçu Han’ın dokumacılık geçmişine dair bugün tek bir iz bile yok.
Bugün handa elektrikçiler ağırlıkta. Bunun dışında ortaya karışık olarak bakır tel üretim atölyesi, kömürcü, cilacı, nalburiye, berber, üst katta da avizeci, kuyumcu, kahvehane ve lokanta dikkat çekiyor. Berberin rengârenk havluları ve kimi atölye çalışanlarının gömlekleri açıklıkta asılı oldukları yerde keyifle sallanıyor. Han avlularının vazgeçilmezi ağaçlar burada da mevcut. Üst kat boyunca dizili saksılar da taşla yeşili buluşturmak isteyenlerin yarattığı bir güzellik. Ne de olsa hanlar sadece çalışılan değil, yaşanılan yerler. Her şey değişse de bu alternatif han ailesi olma durumu modern zamanlarda bile direniyor. Renkli mermer taşlı zemini gösteriyor Manuel Usta gururla: “Bu taşları Hampar Ahparigle birlikte elimizle döşedik.”
Küçük yaşta geldiği hana dair anılarında karyolacılar önemli yer tutuyor Manuel Attaroğlu’nun. Kimisinin lakabıyla, kimisinin sadece ismiyle ama istisnasız hepsini sevgiyle anıyor. “Şu köşede Nışan Çavdar’ın marangozhanesi vardı. Koltuk iskeleti üretirdi. Hampar Tosun karyolacıydı. O dönem bu işi en çok Zaralılar yapardı. Garbis Usta cilacı, politajcıydı. Topal Sarkis somya yayı üretirdi. Misak Ahparig pirinçten karyola başı yapardı. Bir diğer karyolacı Simon Kara’ydı. Sivaslı Toros Kara küçük heykeller yapardı.”
Manuel Attaroğlu hanın geçirdiği evrimin doğal tanığı. Nışan Çavdar’ın marangozhanesine bir süre sonra Teknik Döküm kurulmuş. “Bu dökümhanede Aras Yayıncılığın kurucularından Yetvart Tovmasyan ve Haçik Apelyan santrüfüj döküm kuyum üretirlerdi. Tek tek elde yapılan kuyumun kalıba geçtiği sanayinin ilklerinden oldular. Onlarla birlikte handa en hareketli, keyifli zamanlarımızı yaşadık. Zamanla bu sektörün makinelerini de üretmeye başladılar ve Topkapı’ya fabrikaya geçtiler. O dönem üst katta bir sandıkçı vardı. Üretilen her şeyi onun sandıklarına koyar, yollardık. Şimdi orası kahve oldu. Hadi gelin, şuraya oturalım biraz.”
Bir han bin aile hikâyesi
Üst kattaki kahvenin bir yanından, açık otoparka ve doğruca yola çıkılıyor. “Buralar barakalarla dükkândı hep. Yıkılacak haberi gelince bir dönem Tavukçular Pazarı’ndaki şaraphane ve tektekçilere gittik” diye anımsıyor Manuel Usta. Birbiriyle kaynaşmış yer yer gövdeleri ayrılsa da hep bitişik ve iç içe kalmış iki ağacın altında oturmuşken, söz kısa sürede aile hikâyesine geliyor. Ayrılan ve birleşen köklere. “Ailemin köklerini araştırdım. Van’dan Erzincan’a oradan Yozgat’a göç etmişler. Ben Yozgat doğumluyum ama orayı bilmem. Babam Hovsep Attar Mıgıryan gerçek bir zanaatkârdı. Ben Çilingir Hovsep’in oğlu Manuel’im. Yazık ki genç yaşta hastalandı ve çalışamamaya başladı.” Manuel Usta’nın bir an için derin bir nefes alıp, dudağında yarım bir gülüşle bundan sonra anlattıkları, Ermeni toplumu açısından ibretlik bir hikâyedir. “Boğosyan Varvaryan’da okuyordum. Derken bir gün aylığımı ödeyemedik diye dönemin müdiresi Digin Nıvart kulağımdan tuttuğu gibi beni okuldan attı. Babam bunun üzerine beni Karagözyan’a götürdü. Orada da ‘Biz doğudan gelen çocukları alıyoruz’ dediler, almadılar beni. Kızkardeşlerim Alis ve Janet de Bezciyan’daydı. Aynı sebepten onları da sokağa attılar. Yedi sayfalık bir defter vardı on kuruşa. Oradan öğrenerek çalıştım. Ehliyet almak için diploma gerekince dışardan diploma aldım. İki oğlum, iki kızım, altı torunum var. Torunlarım Sahakyan ve Dadyan’da…”
Böyle bir hikâyenin sonunda insan nasıl acılaşmaz diye hayranlıkla bakıyorum Manuel Usta’ya. Alaylı olarak ustası elektrikçi Boğos Tozluyan’ın yanında yetişen Manuel Attaroğlu, 13 yaşından beri ekmek mücadelesinde. Doğum kaydının olduğu Yozgat’a askerlik işlemlerini yapmak üzere gittiğinde birkaç Ermeni aileyle karşılaştığını anlatan Attaroğlu, “Mezarda soyadımızın Attarmıgıryan olduğunu gördüm. Askerden gelince babamı 43 yaşında sirozdan kaybettik. Ondan sonra da aileme iyice sahip çıktım” diyor.
Sandıklar kitaplar
Hanlar ve ömrünü o hanlarda tamamlayanların aile hikâyelerinde soykırımın savuruşlarına rastlamamak mümkün değil. Çaylar demlenir, kahveler koyulaşırken sohbet de daha eskilere, tek bir ailenin değil, tıpkı o hanların içindeki gizler gibi, bir halkın ortak belleğine gelip dayanıyor: “Babamın babası Çilingir İsahak Ağa kıyım olduğunda 60 yaşındaymış. ‘Gâvur’ kasalarını, sandıklarını açsın diye onu sağ bırakmışlar. Son sandık önüne gelince, sıranın kendisine geldiğini anlayıp kaçmış. Rahmetli babama miras diye bir sandık dolusu kitap kalmıştı. Hazine buydu bizde. Elinde Ermenice harfli Türkçe Avedaran, oradan dua okurdu sürekli. Ondan bana bir bu 1903 baskısı kitap kaldı.”
Zakar Abi alıyor sözü. O dönemde sırf 43 tane Ermenice harfli gazete olduğunu anlatıyor. Keza Yozgat hikâyesinden de bağlanıyorlar birbirilerine. Ne de olsa hemşeriler. “Yozgat bambaşkaydı o zaman. Şimdi insanı değişti” diyen Manuel Usta, annesinin kızkardeşi Anuş’un hikâyesini de paylaşıyor oracıkta: “Anuş Morakur yıllar sonra Çamlık’a gidince, bir zamanlar evleri olan yerin tellerle çevrili olduğunu görüyor. Tel onu durdurur mu, her bir karışını tanıdığı bu yerde gezinmeye başlıyor. Çocukluğunun geçtiği ağaçları bulup onlara sarılıyor tek tek, ağlıyor. O sırada elinde tüfeğiyle biri yaklaşıyor kadına. ‘Hayırdır yolunu mu kaybettin?’ diye. Anuş Morakur da o unutulmaz yanıtını veriyor memleket ağzıyla: ‘Bokumun iti, insan memleketinde kaybolur mu hiç…’ Bu deyişi duyan adam ‘Vay bacım niye söylemedin buralı olduğunu’ diyor. Kucaklaşıyorlar.”
Biz de tek tek kucaklaşıyoruz Manuel Ustayla. Onun kimi zaman yoksunluk içinde geçen, türlü hoyratlıklarla sınanan hayatını sırtlama vakarı, her şeye rağmen toplumuna duyduğu inanç ve sevgi bir de hanına duyduğu bağ, yolu buradan geçmişlere duyduğu vefa duygusundan öğrenecek çok şey var. Bu derslerin hiçbiri okulda verilmiyor. Han demek hayat okulu da demekmiş. Üstelik buranın müfredatı bir ömür unutulmuyor.
Tarihin mütevazı tanığı
Çemberlitaş’ta Nuruosmaniye Caddesiyle Tavuk Pazarı Sokağı’nın kesiştiği köşede yer alan Sofçu Han, Kapalıçarşı yakınındaki diğer hanlarla mimari benzerliği de dikkate alınarak 18. yüzyılda inşa edilmiş kabul ediliyor. Han, zaman içinde pek çok özgün yapı özelliğini yitirse de giriş mekânı, avlusu, iki katlı düzenlemesi ve taş merdivenleriyle dikkat çekici. Üst katta tuğla ve derz dokulu yuvarlak kemerler yer alırken, zemin kat mekânları zamanla çok değişmiş olsa da halen tarihi özellikleri okumak mümkün. Zamanında dış cephesinde hiçbir yapının yer almadığı han, bugün boylu boyunca dükkânlarla çevrili. Hanın içindeki sükûnete tezat oluşturacak şekilde, dışarda ticari hayat gürül gürül akmakta. (Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi)