Berge Arabian, Midilli'ye gitti, mültecilerle bir gün geçirdi. Umutlarını, hayallerini, korkularını hem yazdı, hem görüntüledi.
Lesbos Adası’na vardığım gün, 13 lastik bot, Skala Adası’nın kuzeydoğu kıyısına çıktı. Ortalama olarak, bu botların içinde 25 ila 40 kadar mültecinin yer aldığı söylendi bana. Hepsi de Türkiye kıyılarından geliyor. Kaçakçılar, umutsuzca Yunanistan’a geçmeye çalışan mültecilerden dünya kadar para alıyorlar. İlk durak, Kızıl Haç’ın kayıt konusunda yardımcı olduğu Midilli.
Midilli’de, Kara Tepe ya da Moria kamplarında kalıyorlar. Buradan gemilerle Atina’ya doğru yol alıyorlar. Ardından otobüslerle Makedonya sınırına geliyor, şansları yaver giderse, bu ülkeden içeri giriyorlar. Buradan ise genellikle Sırbistan’a, ardından Slovenya’ya ve Avusturya’ya geçiyorlar.
Midilli’de geride bıraktıkları annelerinin hatırasıyla bakışları kederlenmiş gençler gördüm.
Sonsuz saatler boyu iskelede ısrarla kendilerini rüyalarının ülkesine götürmeyi reddeden o gemiyi bekleyen gençler ve yaşlılar gördüm.
Üç yaşındaki kızına bir parça ekmek isteyip istemediğini soran beş parasız bir babanın yüzünde, kızının “Ben yumurta istiyorum” dediğinde beliren acıyı gördüm.
Sokaklarda, birbirine selam veren farklı kıtalardan insanlar gördüm; böylesi bir yakınlığın bu kadar kolay kurulabilmesi için bu adada sıkışmış halde ne kadar zaman geçirmişlerdi acaba?
Ellerinde bohçalar ve yüklü omuzlarında uyuyakalmış çocuklarıyla babalar gördüm.
Denizi geçerken korkup korkmadığını sorduğumda kekelemeye başlayan küçük bir oğlan gördüm.
Kuyrukta üçüncü gününü doldurmuş bir adamın, ailesinin denizi aşıp gelme şansını yakalayamadığını duyduğundaki üzüntüsünü gördüm.
Parasız Samir’in 30 Euro’luk otobüs biletini, cebindeki son 50 Euro’dan ödeyen Abu Walid’i gördüm; Samir’le kampta tanışmıştı, her ikisi de Şam’dan geliyorlardı.
Gemiyi kaçırmasınlar diye tekerlekli sandalyeleriyle limana doğru sürüklenen engellilerin ezilmişliğini gördüm.
Herkese yardım eden Baraa ve Nawal’ın sabrını ve direncini gördüm; bu adaya gelmeden önce hayatın tadını çıkaran iki gençtiler.
Genç Abu Khaled’in deforme olmuş yüzünü gördüm; mermi, burnunun sağ kısmından girmiş ve solundan çıkmıştı.
Bir anne ve çocuğu taşıyan ve üzerinden sular damlayan kıyafeti içinde tükenmiş delikanlıyı gördüm; daha önceden tanımıyordu hiç bu kadını, lastik botun içinde denizin o koca dalgalarından güç bela kurtulmuşlardı.
Gemi biletini denkleştirmek için oradan bir Euro, buradan bir Euro toparlayan kalabalığın içindeki genç adamın gözlerinde yeniden doğan umudu gördüm; 15 Euro eksiği kalmıştı.
Gördüm de gördüm. Gördüğüm bütün bu insanların Midilli İskelesi’nde kendilerini Atina’ya götürecek geminin önünde, yüksek sesle şu şiiri söylediklerini hayal ettim:
Avucumu izlemiş tüm kuşlar
Uzak havaalanının kapısına doğru
Tüm buğday tarlaları
Tüm hapishaneler
Tüm beyaz mezar taşları
Tüm dikenli sınırlar
Sallanan tüm mendiller
Tüm gözler
Benimleydi,
Ama düştüler onları pasaportumdan*
*Mahmud Derviş’in “Pasaport” adlı şiirinden, çevirmen: Ulaş Başar Gezgin
İSA: ‘Çocuklarım bu mülteci hayatını yaşamamalı’
Halep yakınlarındaki Merdian’dan geliyorum. Beş gündür burada, Midilli yakınındaki Karatepe Kampı’ndayım. Buraya İzmir üzerinden lastik bir botla kaçak olarak geldim. Bir eşim ve dört çocuğum var. Biraz korktular, ama Allah’a şükür başardık. Ben yüzme bildiğim için çok korkmamıştım, ama çocukları deniz tuttu. Botta 40 yetişkin, 20 çocuk olmak üzere 60 kişi vardı. Kişi başı 1.000 dolar ödedik, çocuklar ücretsizdi. Yolculuk üç buçuk saat sürdü. Şansımıza deniz sakindi.
Ülkemi korkunç koşullar yüzünden terk ettim. Su, elektrik ve yiyecek yoktu. Ve Beşar Esad her yeri ve herkesi bombalıyordu. Allah ona gün yüzü göstermesin. Ailemden üç kişi bombardımanlarda öldü. Savaş sırasında silahlı adamlar, arabamı ve evimizi aldı. Bunlar Esad’ın adamlarıydı desem, yalan söylemiş olurum. Üniformaları vardı, ama ordudan ya da direnişçilerden olabilirler. Ordu ve muhalifler çatışmaya başladı, her şeyimizi kaybedince ülkeyi terk ettik.
Deniz yolculuğunda sonra adaya vardığımızda bize yardım eden insanlar, bizi buraya getirdiler. Yemeğimiz ve çadırımız var. Kızıl Haç yardım ediyor. Şu anda erkek kardeşlerimden birinin, hasta annemi getirmesini bekliyorum. Hâlâ İzmir’deler. Sağlık sorunları yüzünden annem bizimle bota binemedi. Kardeşim onu düzgün bir botla getirecek. Umarım bir-iki gün içinde gelecekler ve Almanya’ya ya da bizi alacak herhangi bir ülkeye gideceğiz. Avrupa’nın herhangi bir yerinde yeni bir başlangıç yapabiliriz. Yeni bir dil ve kültür beni korkutmuyor. Zaten ne yapabiliriz ki? Hiçbir şey savaştan daha kötü olamaz. Çocuklarım bu mülteci hayatını yaşamamalı.
WARD: ‘Belki Türkiye’e yüzerek geçerim’
Şam’dan geliyorum. 24 yaşındayım. Savaştan önce iyi bir işim ve hayatım vardı. Araba satan babam, savaşta her şeyini kaybetti. Aslında ailem, Avrupa’ya gitmemi istemedi. Türkiye’ye git ve orada bir şey bulmaya çalış, dediler. Gittim ve orayı sevdim. Kalmaya çalıştım, ama Türkçe bilmediğim için Türklerle çalışamadım. Bir Suriyelinin yanında iş buldum. Ama Suriyeli patronlar çok az para veriyor ve seni kullanıyorlar. Baristayım ve işimi iyi yapıyorum. Son derece prestijli uluslararası bir diplomam var. Ama ne yapabilirdim ki? Bir Suriye restoranında çalışmaya başladım, ama fark ettim ki baristalıkla alakası olmayan bir sürü iş yapmam gerekiyor. İki gün boyunca hiç boş zamanım olmadan inşaat işçisi olarak çalıştım. Suriye restoranındaki işim böylece bitti. Bir hafta işsiz kaldım ve sıkılmaya başladım. Yasadışı yollardan Almanya’ya gitmeyi planlayan bazı arkadaşlarım, kendilerine katılmamı istediler. Onlarla birlikte kaçak olarak Midilli’ye geldim. Ama kaçakçılarla birlikte lastik bota adım attığım anda pişman oldum. Botu sahile geri döndürüp beni indirmelerini istedim; ama çok geçti. Yunanistan’a vardık ve burada bir kamp olduğunu ve insanların mültecilere yardım ettiğini öğrendim, ama kalmak istemedim. Herkese Türkiye’ye dönmek istediğimi söyledim. Param ya da belgelerim yoktu. Yunanistan’a giderken dalgalar çok büyüktü, bu yüzden botu hafifletmek için eşyalarımızı denize atmak zorunda kaldık. Neyse, karakoldan çıktım ve nihayetinde yolda karşılaştığım biri beni Karatepe Kampı’na götürdü. Türkiye’ye dönebilirsem, belki bir Türk’ün yanında iş bulup para biriktiririm ve Suriyeli bir kızı Türkiye’ye getirip evlenirim. Belki Türkiye’ye yüzerek geçerim. Belki ölürüm, belki başarırım.
TAMER: ‘Ülkem yok artık, onu yok ettiler’
Adım Tamer. Halep’te liseyi bitirdim, ama savaş yüzünden kendimi yasadışı yollarla Kilis üzerinden Türkiye’ye girerken buldum. İzmir’e gittim ve iki yıl orada yaşadım. Halep’te yedi yıl hem okudum, hem çalıştım. Cep telefonu tamir ediyordum. Ama Türkiye’de günlüğü 50 liradan inşaat işçisi olarak çalıştım. Son dönemlerde durum kötüleşmeye başladı; daha az iş ve para vardı ve insanlar Suriyelilere kötü gözle bakıyorlardı. Avrupa’da birkaç arkadaşım var, benimle iletişime geçip onların yanına gelmemi söylediler. Beni Yunanistan’a götürecek bir kaçakçı buldum. Ona 1.000 dolar ödedim. Lastik botta güya 35 kişi olacaktık, ama 50-60 kişi vardı. Bizi sahile topladı ve mültecilere botu kullanmayı bilen biri olup olmadığını sordu. Kaçakçılar sadece yolculuğu ayarlıyor, size eşlik etmiyorlar. Biraz denizcilik tecrübem olduğu için botun kaptanı oldum. Herkesi Yunanistan’a kadar götürdüm. Skala yakınlarında bir yere çıktık. Orada insanlar botlarla gelenlere yardım ediyorlardı. Kızıl Haç’tan da iki araba bekliyordu. Bizi bir otobüse bindirip Karatepe Kampı’na götürdüler.
Bu kampta sadece çadırlar ve birkaç bölme var. Burada yakınlarımın Türkiye’den gelmesini bekliyorum, bugün ya da yarın gelirler. Geldikleri zaman hep birlikte botla Atina’ya gideceğiz ve sonra da otobüsle başka bir yere geçeceğiz. Sonra da Nemsa’ya (Avusturya) gideceğiz, oranın Almanya’ya yakın olduğunu söylüyorlar. Bütün yolculuk yasadışı olacak ve pahalıya patlayacak. Toplam 210 euro filan eder herhalde. Ama ne yapabiliriz ki? Tek istediğim güvenlik ve umut dolu bir gelecek. Ülkem yok artık, onu yok ettiler. Hepimiz gitmek zorundayız. Sadece Esad yüzünden değil, savaş yüzünden terk ettik ülkemizi.
YAMEN: ‘Savaş tüm hayallerimi yok etti’
19 yaşındayım ve Halepliyim. Suriye’den bir buçuk yıl önce kaçtım. Halep’i terk etmeden önce Suriye Ordusu beni sebepsiz yere tutukladı. Hiçbir şey yapmamıştım ve silahlı güçlerle alakam olmamıştı. Herkesten şüphelendikleri için insanları rastgele tutukluyorlardı. Bir hafta beni esir tuttular ve işkence yaptılar. Sonunda aleyhimde bir şey bulamayınca serbest bıraktılar. Sağlığım çok kötü durumdaydı. Hapishane koşulları çok kötüydü; su ve yiyecek yoktu. Kanalizasyondan su içmek zorunda kaldık. İşkencede ölen insanları tuvalet yapılan yerlere atıyorlardı; eğer üç-dört kişi ölmüşse onları büyük poşetlere koyup gömüyorlardı. Bütün bu gördüklerimden sonra, ne olursa olsun hayatta kalmalıyım diye düşündüm. O cesetlerden biri olmak istemiyordum. Hapse girmeden önce 70 kiloydum, çıktığımda 40 kiloya düşmüştüm. Serbest kaldığım anda Suriye’den Türkiye’ye geçmek için bir kaçakçı buldum; benden 100 dolar aldı. Türkiye’de geçirdiğim bir buçuk yılın ardından, yine bir kaçakçının yardımıyla Yunanistan’a geçtim. Lastik bir botla yaptığım yolculuk, bana 1.000 dolara patladı. Ailemin bir matbaası var ve büyük reklam şirketleri için çalışıyorduk. Savaş başlayınca iş yerimiz yok oldu, binayı bombaladılar. O zamanlar öğrenciydim. Savaş yüzünden her şey mahvolunca, eğitimime devam edebileceğim bir yere gitmem gerektiğini düşündüm.
Suriye’den tek başıma ayrıldım, sonra erkek kardeşim geldi ve birlikte lastik bir botla Yunanistan’a geçtik. Şimdiye kadar çok zorluk yaşadık ve işte buradayız ve beni kabul edecek bir Avrupa ülkesine gitmeyi umuyorum. Savaş tüm hayallerimi yok etti. Babam iki yıl önce savaşta öldü. İlgilenmem gereken tek kişi zavallı annem. Avrupa’ya gitmek zorunda olmaktan pek de mutlu değilim. Avrupalıların Suriyelileri sevmediğini söylüyorlar. Umrumda değil. Beni öldürmek istiyorlarsa öldürsünler. Beni sınırdışı ederlerse de Türkiye’ye dönerim. Bir gün evlenirsem ve çocuklarım olursa, onlara da hikâyemi aynen size anlattığım gibi anlatacağım. Onlara gördüğüm her şeyi anlatacağım; güzel bir ülkenin nasıl yok edildiğini…
MOHAMED: ‘Avrupa’da bana göre bir şey yok’
Suriye’de hayatın ne kadar basit olduğunu zaten biliyorsunuz. Hiçbir sorun yoktu ve çoğu insan rahattı. Ben de rahattım, büyük kaygılarım yoktu. Çalışıyordum ve normal bir hayatım vardı. Sonra savaş çıktı ve hepimiz sarsıldık. Hayatta kalmak için çabalar olduk. Bir süreliğine başka bir ülkeye gitmeyi düşündüm. Çok uzağa gitmek istemiyordum ve en yakın ülke Lübnan’dı. Fakat Lübnan’da etnik sorunlar patlak vermek üzere. Ayrıca Lübnanlılar, Suriyelileri sevmiyorlar. Ürdün’e gittim, orada da ekonomik sorunlar vardı ve bu yüzden oradaki mültecilerin durumu Lübnandakilerden daha kötüydü. Ülkeme geri dönmeye karar verdim. Doğum yerim olan Şam’a değil, Halep yakınlarındaki Arif’e gittim. Türkiye sınırına yakın bir yerdi ve o zamanlar savaş o kadar şiddetli değildi. Ama oraya gittikten kısa bir süre sonra Esad’ın ordusu orayı bombalamaya başladı. Hayat bir kere daha zorlaştı. Suriye lirası değer kaybetti ve dolar tavan yaptı. Bunun üzerine, Reyhanlı üzerinden Türkiye’ye geçtim. Kimse bana pasaport ya da belge sormadı. 2011’in ortalarıydı. Kendimi Maraş’taki bir kampta buldum. Elektrik, sıcak su, yiyecek ve hatta spor yapma alanları bile vardı. Orada üç ay kadar kaldım ve sonra Mersin’e gidip orada iki buçuk ay çalıştım. Sonra Maraş’a dönüp bir ev kiraladım. Terzilik yaptım. Maaş azdı, ama hayat da pahalı değildi. Yani idare ediyordum. Devlet bana yardım etti, oturma izni verdi. Çalışabiliyordum ve o zamanlar insanlar Suriyelilere iyi davranıyorlardı. Derken, İstanbul’a gidip şansımı denemeye karar verdim. Orada iki yıl boyunca her şey gayet iyi gitti. İyi bir maaşla terzilik yaptım. Kiramı ödeyip aileme para gönderebiliyordum. Sonra birçok arkadaşımın Avrupa’ya gitiğini gördüm. Herkes orada hayatın çok iyi olduğunu söylüyordu. Bir arkadaşım beni İzmir’de bir kaçakçıyla görüştürdü. 1.200 dolar ödedim. Neyse, lastik bota bindim ve bir buçuk saatte Midilli’ye vardım. Yolculuk hiç tehlikeli değildi. Ama buraya vardığım andan itibaren yanlış bir karar verdiğimi biliyordum. Avrupa’ya gidersem kandırılacağımı hissettim. Orada işlemlerin tamamlanması için iki yıl beklemem gerekecekti. Kaygılanmaya başladım. Arkadaşlarım Avrupa’da devletin sana baktığını ve oturduğun yerden maaş aldığını söylüyorlardı; ama bence bu bir şehir efsanesi. Neden hükümet sana karşılıksız para versin ki? Galiba Avrupa’ya gitmektense Türkiye’ye döneceğim. Avrupa’da bana göre bir şey yok.
SADİ VE RAGDA: ‘Denizi deneyen hiçbir şeyden korkmaz derler’
Şam yakınlarındaki Jowbar’dan geliyoruz. Zorlu yolculuğumuz, yaklaşık üç yıl önce başladı. Savaş başladıktan sonra ilk önce Lübnan’a gittik. Sünniyiz ve Lübnan’da Şiilerin çoğu, Sünnilerden nefret ediyor. Orada yerimiz olmadığını hissettik. Kimse Suriyeli mültecileri istemiyordu. Yanımızda getirdiğimiz para yedi ay idare etti, çünkü savaşın yakında biteceğini ve evimize döneceğimizi düşünerek yapıyorduk harcamalarımızı. Ama savaş devam ediyordu ve yaşamak için iş bulmalıydık. Terziyim, iş bulamadım. Karnımızı doyuracak kadar para kazanabilmek için fiziksel işlerde çalıştım. Bulabildiğim her işte çalıştım. Sonunda zengin bir kadın için şoförlük yapmaya başladım. Sonra o kadın bir butik açtı ve orada terzi olarak çalıştım. Saatlerce çalışıyordum, para iyiydi ve bir süre Lübnan’da ayakta kaldık. Ama orada kalmak çözüm değildi. Orada geçen üç yıldan sonra, Avrupa’ya gidebileceğimizi düşündük. Böylece Türkiye maceramız başladı. Herkes oradan yasadışı yollarla Yunanistan’a geçiyordu. Suriye’den getirdiğimiz arabamızı sattım ve o parayla Yunanistan’a geçmek istedik. İzmir’de bir kaçakçı buldum ve bizi Yunanistan’a sokacağına söz verdi. Yolculuk günü bizi 10 lastik botun olduğu, İzmir’den uzakta bir yere götürdüler. Ama rüzgâr ve dalgalar yüzünden sadece dört bot yola çıktı. Deniz çok tehlikeliydi. Hava berbattı ve bot su almaya başladı. Botu hafifletmek için eşyalarımızı denize attık. Sonra bir noktada bot durdu. İki buçuk saat öylece kaldık. Tam umudumuzu kaybetmek üzereyken Yunanistan Sahil Güvenliği bizi kurtardı. Botumuzu gemilerine bağlayıp kıyıya ulaştırdılar. 30 dakika sürmesi gereken yolculuğumuz dört buçuk saat sürdü. Sahile vardığımızda bize yardım eden insanların yaptığı ilk şey, kızıma kuru kıyafetler giydirmekti. Kızım çok ağladı. Çok acı çekiyor gibiydi. Soğuk, ıslaklık, açlık ve korku, onu yıpratmıştı ve artık kendini tutamıyordu. Kendini bıraktı ve ağladığı için mutlu hissettim. Eğer ağlamasaydı, daha kötü olacaktı diye düşünüyorum.
Kızıl Haç’tan insanlar bize kuru kıyafetler verdi. Sonra bizi dinlenmemiz için bir kampa götürdüler ve sonra bir otobüs bizi buraya yakın başka bir kampa, Moria’ya götürdüler. Çok kalabalıktı kamp. En azından yiyecek vardı. Kısa süre sonra birkaç Avrupalı bizi bu kampa getirdi. Yedi gündür buradayız, ama paramız olmadığı için umutsuzuz. Makedonya sınırına gidebilirsek, bir Avrupa ülkesine gitmemiz için Kızıl Haç bize yardım edecek.
Suriye’yi seviyorum ve ülkesini sevmesine rağmen terk etmek zorunda kalan biri, kendini sudan çıkmış balık gibi hisseder. Ben de öyleyim işte. İçinde bulunduğumuz umutsuz durum yüzünden yavaş yavaş boğuluyorum. Savaş her şeyi mahvetti. Geldiğimiz yer olan Jowbar’ı üç yıl boyunca bir türlü işgal edemediler. Esad’ın ordusu deneyip durdu, ama direniş o kadar güçlüydü ki, başaramadılar.
Dediğim gibi, biz Sünniyiz. Ama savaştan önce Alevi yönetimi altında yaşıyorduk ve hiçbir sorunumuz yoktu. Arazilerimiz, arabalarımız, fabrikalarımız vardı. Birdenbire savaş çıktı ve her şeyimizi kaybettik; ordu ve direnişçiler, sahip olduğumuz her şeyi aldı. Son beş yılda durumumuz tepetaklak oldu ve sonunda yarın ne olacağını bilmeden yabancı bir ülkedeki kampta yaşayan mülteciler olduk. Çocuklarımız insanca bir hayatı hak ediyor ve bunu sağlayana kadar uğraşacağız. Korku mu? Korku nedir ki? “Denizi deneyen hiçbir şeyden korkmaz” derler.