Tarih boyunca her büyük fırtınada savrulan Süryaniler, bir kez daha kaotik bir coğrafyanın kırılgan aktörleri haline geldiler. Büyük güçlerin tahakkümü altında, Süryaniler gibi kadim halklar, sistematik olarak ‘sessizleştirilenler’ arasında yer alır.
Suriye rejiminin çöküşü, Ortadoğu’nun derin krizler üreten döngüsüne bir yenisini daha ekledi. Ancak bu yıkımlar, tarihi hafızanın yükünü taşıyan kadim halkları her defasında daha fazla görünmez kıldı. Süryaniler, Albert Camus’nün ‘Sisifos Söyleni’ eserinde bahsettiği gibi, absürt bir dünyada varoluşlarını sürdürmek için trajik bir direnişin yükünü omuzlayanlardır. Ne savaşan bir taraf olurlar ne de barışta hak ettikleri yeri bulurlar. Egemen güçlerin ve çeşitli güç odaklarının ekonomik, politik ve kültürel tahakkümü altında, bu halk sistematik olarak marjinalize edilir. Suriye’de düşen rejim, Süryanilere bir kez daha göç yollarını, korku ve belirsizliği dayatabilir.
İktidar mücadelelerinin yarattığı bu türden yıkımlar, çoğu zaman bir halkı daha fazla görünmez kılar. Bu kez yine olan, ‘çimenlere’ oldu. Tarih boyunca her büyük fırtınada savrulan Süryaniler, bir kez daha kaotik bir coğrafyanın kırılgan aktörleri haline geldiler. Büyük güçlerin tahakkümü altında, Süryaniler gibi kadim halklar, sistematik olarak ‘sessizleştirilenler’ arasında yer alır. Ortadoğu’da devletler yıkılır, rejimler devrilir; ancak bu kırılmalar, asıl darbeyi tarihin yükünü omuzlayan kadim halklara indirir. Süryaniler, devletsiz kalmış kadim kimlik olarak bu gerçekliğin en somut örneğidir. Mezopotamya’dan bugüne, her fırtınada yerlerinden edilen, kültürleri tehdit altında bırakılan Süryaniler için soru açıktır: Süryaniler, yeniden görünmez olmamak için neyi, nasıl inşa edebilirler?
Mezopotamya’nın bereketli toprakları, Süryaniler için hem bir anayurt hem de sessizce gömüldükleri bir mezar olmuştur. Büyük şairlerden T.S. Eliot’ın dediği gibi: “Dünya, küçük ölümlerle sona erer, büyük bir patlamayla değil.” Süryanilerin varoluşu, patlayan bombaların gürültüsünden ziyade; sessizce yitip giden dilleri, harap olan kiliseleri ve yerlerinden koparılan kültürleriyle derin bir tehdit altındadır. Osmanlı döneminde cizye vergileriyle hayatta kalmanın bedelini ödeyen Süryaniler, bugün de radikal cihatçı ideolojilerin, savaş ekonomisinin ve siyasi kaosun karanlık gölgesinde varlık mücadelesi vermeye devam etmektedir. Mezopotamya, tarih boyunca bir ‘medeniyet beşiği’’ olmuşsa da; bu coğrafyada yaşayan halklar, çoğu zaman bir ‘yük’ gibi görülmüş ve her kriz döneminde tarihin sayfalarından düşen dipnotlara dönüşmüşlerdir. Süryanilerin yaşadığı bu sessiz tükeniş, yalnızca bir halkın hikâyesi değil, aynı zamanda insanlığın vicdanına yazılmış bir suç belgesidir. Unutulmamalıdır ki bu toprakların sesi, yalnızca tankların paletleri altında değil, dilini konuşan son çocuk sustuğunda gerçek anlamda kaybolur.
Bir soru daha karşımızda duruyor: Tarihin bu sessiz tanıkları, küresel güçlerin siyaset sahnesinde bir kez daha ‘kaybedenler’ arasına mı itilecektir? Jean-Paul Sartre’ın “Varoluş, özgürlüğün eyleme dökülmesidir” sözünden yola çıkarsak, Süryanilerin kaderi, sadece geçmişin acı dolu hafızasına hapsolmuş bir anlatı değil; bugünü sahiplenerek, yarına inşa edecekleri kimlikte şekillenecektir. Ancak bu inşa süreci, yalnızca Süryanilerin çabasıyla değil; uluslararası toplumun onların haklarını tanıması, kültürel varlıklarını koruması ve somut destek mekanizmalarını hayata geçirmesiyle mümkündür.
Ortadoğu’da rejimler düşer, sınırlar yeniden çizilir. Ama kültürel hafızanın taşıyıcıları olan Süryaniler gibi halklar için tek gerçek, ‘kalabilmek’ mücadelesidir. Fillerin tepindiği bu coğrafyada, artık çimenlerin sesi duyulmalıdır. Mezopotamya’dan bugüne, her fırtınada yerlerinden edilen, kültürleri tehdit altında bırakılan Süryanilerin trajedisi, sadece geçmişin bir yankısı değil, aynı zamanda bugünün görmezden gelinen gerçeğidir. Ortadoğu’nun her kırılma anında aynı soruyla karşılaşırız: Tarih, ezilenler için bir döngü mü, yoksa bir uyarı mı?
Tekrar eden tarihin yükü
Süryaniler, Mezopotamya’nın kadim halklarından biridir. Asurlar, Babiller ve Akadlar bu toprakların ilk medeniyetlerindendi. Süryaniler, bu uygarlıkların mirasçısıdır. Urfa’daki Abgar Krallığı, Süryanilerin son siyasi örgütlenmelerinden biri oldu. Ancak bu krallığın yıkılışı, devletsizliğin kaderini çizdi. O günden bu yana Süryaniler, bir kimlik olarak coğrafyanın ‘zamandışı tanıkları’ olmaya mahkûm edildi.
İslamiyet’in yayılmasıyla birlikte Süryaniler, şeriat düzeninin zimmî statüsü altında yaşadılar. Cizye vergisi ödediler. Toplumsal hiyerarşinin en altına itildiler. Osmanlı İmparatorluğu döneminde baskılar daha da derinleşti. Cizye sadece bir vergi değil, bir varoluş bedeliydi. Süryaniler, hem maddi hem manevi olarak tüketildi. Bu durum, Gramsci’nin ‘hegemonya’ kavramında ifadesini bulan, egemen güçlerin yalnızca fiziksel baskı ile değil, ekonomik ve kültürel araçlarla toplumu rızaya dayalı olarak kontrol etme sürecidir. Süryaniler, yüzyıllar boyunca bu hegemonik tahakkümün hem muhatabı hem de sessiz mağdurları olmuştur.
20. yüzyıl, Süryaniler için bir dönüm noktası oldu. 1915’te yaşanan Seyfo [Kılıç] Soykırımı, bu halkın hafızasında silinmez bir yara açtı. Yüz binlerce Süryani, Osmanlı topraklarında katledildi veya göçe zorlandı. Diaspora, bir kimlik arayışının zorunlu adresi oldu. Arendt’e göre ‘vatansızlık’, insanı yalnızca yurdundan mahrum bırakmakla kalmaz; onu haklarından, kimliğinden ve tanınırlığından kopararak adeta varoluşunu silikleştirir. Süryaniler, devletsizleştirildikleri bu süreçte ‘hakları olmayan insanlar’ hâline getirilmiş ve tarih ile hukuk tarafından görünmez kılınmışlardır.
Cumhuriyet dönemi ve diasporanın inşası
Seyfo’nun ardından, Anadolu toprakları Süryaniler için bir yurt değil, suskunluğa gömülmüş bir mezarlık oldu. Yıkılan köylerin taşları, harap kiliselerin çanları ve susturulan diller, geride tarihin sessiz tanıkları olarak kaldılar. Katliamdan sağ kurtulanlar, sırtlarında acıdan örülmüş bir geçmişle, göç yollarına düştüler. Onlar, yitip giden topraklarının hayaletini taşırken, korku ve sürgün arasında sıkışmış bir halk olarak tarihin kıyısına itildiler.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu, Süryaniler için bir yeniden doğuş değil; yeni bir görünmezlik çağının perdesini araladı. Modernleşme projesinin ‘tek millet, tek dil, tek din’ söylemi, bu kadim toprakların kültürel zenginliğini bir homojenlik dayatması ile örttü. Süryaniler, varlıklarını korumanın bedelini, asimilasyonun rafine baskıları altında sessizce ödediler.
Egemen ideoloji yalnızca zor kullanarak değil, kültürü ve dili silerek tahakkümünü inşa eder. Süryaniler, bu hegemonik düzende hiçbir zaman rıza gösteren olmadı. Ancak onların direnişi, çoğu zaman fısıltıya dönüşen bir haykırış olarak kaldı. Görünmez kılınan bu direniş, sadece siyasal sahnenin kıyısında yer almalarını değil; tarihin ve toplumun hafızasında da yok sayılmalarını beraberinde getirdi.
Geride kalan yıkım, yalnızca fiziksel değil; kültürel bir yok oluşun habercisiydi. Adorno’nun düşüncesini takip edecek olursak, önemli olan yazılmış olanı okumak değil, silinmiş olanı fark edebilmektir. Süryanilerin silinmiş hafızası, bu coğrafyanın taşlarına kazınmış ama görülmeyen bir tarih gibi, sessizce varlığını sürdürmüştür. Yeni devlet, bu kadim halkın sesini susturmaya çalıştı; ancak tarih, suskunluğun gölgesinde kaybolmayı reddetti.
Süryaniler için yurt, bir harita üzerinde çizili sınırdan fazlasıydı. Yurt; dildi, inançtı, kilisenin taşında asırlardır yankılanan dualardı. Ama bunlar da bir ideolojik projeye kurban edildi. Cumhuriyet’in ‘modernleşme’ süreci, Süryaniler için bir yeniden doğuş değil, hafızanın zorla unutturulduğu bir ‘kayboluş’ sürecine dönüştü.
Cumhuriyet’in resmi tarih anlatısında Süryanilerin yeri yoktur. Bu yokluk, yalnızca fiziksel bir silinme değil, aynı zamanda epistemolojik bir boşluktur. Tarih iktidar sahiplerinin kalemiyle yazılırken; mağdurların hikâyeleri sessizlikte kaybolmaya mahkûm edilir. Süryaniler de tam bu noktada, kaybedenlerin safında unutulmaya mahkûm edilmiştir. Ancak diaspora, bu boşluğu doldurmak için yeni bir hafıza köprüsüne dönüşmüş; kimliği, dili ve kültürü yeniden inşa etme mücadelesinin taşıyıcısı olmuştur.
Seyfo’nun derin travmasını taşıyan Süryaniler, Cumhuriyet dönemi boyunca sessiz ve zorunlu bir göç yolculuğuna mahkûm edildiler. Mardin’in taşlarından, Midyat’ın sokaklarından ve Tur Abdin’in manastırlarından koparılarak Avrupa’nın soğuk şehirlerine savruldular. Bu göç, zamanla bir hayatta kalma stratejisine dönüştü. Ancak diaspora, bir süre sonra yalnızca bir sığınak değil, bir sürgün halini aldı. Sürgün, insanı yurdundan koparmakla kalmaz; aynı zamanda kimliğinden, dilinden ve hafızasından da uzaklaştırır. Süryaniler için diaspora, yitip giden bir ülkenin hayaletiyle yaşamaktır. Yurt, geride bırakılmış taşlaşmış hatıralara dönüşür; duaların yankılandığı kiliseler, yerini yabancı topraklarda fısıldanan yalnız ağıtlara bırakır. Bu kopuş, bir varoluşun en derin çatlağıdır: İnsan, kendi topraklarında yok edilen köklerinin sürgünde yeniden filizlenmesini umar; ancak her filizlenme, bir parça eksik kalır. Var olma mücadelesi, artık, sınırları aşan bir hafızanın direnişi hâline gelir. Çünkü yurt dediğimiz şey, yalnızca bir coğrafya değil; hafızada taşınan ve kaybolmaması gereken bir kimliktir.
Rejimin çöküşü ve Süryanilerin varoluşsal kıskacı
Suriye’de rejimin çöküşü, devrilmiş bir satranç taşını andırıyor; ama bu oyunun galibini belirleyecek eller hâlâ gölgelerde gizli. Süryaniler, yüzyıllardır alıştıkları bir tedirginlik içinde, tarihin bilindik ağırlığını omuzlarında hissederek nefeslerini tutmuş bekliyor. Beklemek, onlar için artık bir alışkanlık, hatta varoluşun kaçınılmaz bir parçası oldu.
Suriye’nin çatışma sahnesinde kazananların bayrakları değişse de, kaybedenin kim olduğu hiç değişmez. Süryaniler, tarih boyunca olduğu gibi, bugün de gözden çıkarılmanın ve silinmenin eşiğinde duruyor. Bu kez kaderin değil, yeni bir hesaplaşmanın soğuk yüzüyle karşı karşıyalar. Onlar için en acı gerçek, bu yıkımın artık şaşırtıcı olmamasıdır. Her rejim çöküşü, her fırtına, aynı yükü onların omuzlarına bırakır. Umudun sesi kısıktır belki, ama Süryaniler, her şeyin var olduğu bu umutsuzlukta bile, varlıklarını unutulmaya direnen bir yankı gibi taşımaya çalışıyorlar.
Tarih, bir kez daha Süryanilere aynı soruyu dayatıyor: Kalmak mı zor, yoksa gitmek mi? Ancak bu sorunun cevabı, ne onların iradesinde ne de seslerinde yankılanabiliyor. Bugün Suriye’nin toprağı, geçmişle gelecek arasında kırılgan ve çatlamaya hazır bir denge kurmuş durumda. Henüz yıkılan kiliselerin taşları dökülmedi belki, dualar tam anlamıyla susmadı, ama bu sessizlik, yaklaşan bir vahametin derin gölgesini taşıyor. Boşalmaya hazırlanan evler, henüz terk edilmemiş köyler ve belirsizliğin karanlığı, Süryanilerin varoluşunu ince bir ip üzerinde sallandırıyor. Siyasi hesapların ve ideolojik kamplaşmaların tam ortasında, bu kadim halk bir kez daha karar verici değil, tarih sahnesinin edilgen öznesi olmaya zorlanıyor.
Her savaşın dumanı tüten enkazında, her rejim çöküşünde, onlar için yeniden yazılan kader aynıydı: Sürgün ve unutuluş. Şam’ın düşüşüyle bölgenin siyasal haritası yeniden masaya yatırılırken, Süryaniler bu haritada yine bir dipnot olmaya zorlanabilir. Varoluş ile yokoluş arasındaki sınır, onlar için yalnızca bir coğrafi çizgi değil, kimlik ve hafıza kaybının derin uçurumudur. Bu, basit bir siyasi kriz değil; bir halkın dilini, kültürünü ve inancını hedef alan tarihsel bir tükenişin yankısı olmaya adaydır.
Radikal İslamcı grupların siyasal sahnede güç kazanması, bu kadim halkın güvenliğini ve özgürlüğünü bir kez daha tehdit altına aldı. IŞİD, Süryanilere ait kiliseleri yıkarak, duaları susturarak ve köylerini ateşe vererek sadece bir halkın yaşam alanlarını değil, kolektif hafızasını da hedef almıştı. Heyet Tahrir eş-Şam (HTŞ) gibi örgütler, henüz bu yıkımı fiilen gerçekleştirmemiş olsa da, taşıdıkları ideolojik tutum ve otoriter zihniyet, Süryaniler için potansiyel bir tehdidi diri tutuyor.
Bu, yalnızca fiziksel bir yıkım değil; aynı zamanda kültürel bir soykırımın derinleşen yüzüdür. Edward Said’in kültürel emperyalizm eleştirisinde vurguladığı gibi, bir halkın kimliğini, dilini ve kültürünü silmek, toprağını işgal etmekten çok daha kalıcı bir tahakküm biçimidir. Süryaniler, bugün varoluş mücadelelerini yalnızca topraklarını korumak için değil; aynı zamanda dillerini, kültürlerini ve tarihlerini yaşatmak için vermektedir.
Suriye’deki vaziyet, hegemonik güçlerin çatışma sahnesi olsa da, onların siyasi ayak oyunlarının altında ezilenler, daima güçsüz halklar olmuştur. Süryaniler ise bu hegemonik oyunların en sessiz muhatabı ve mağdurlarıdırlar. Tarih onları, bir kez daha zorla yerinden edilenler listesine eklemek için hazır beklemektedir. Süryanilerin yaşadığı bu durum, bir halkın geleceğini çalmakla kalmaz; aynı zamanda bir coğrafyanın kültürel ve tarihsel bütünlüğünü de geri dönülemez biçimde yaralar.
Bu trajedi, yalnızca bir halkın yaşadığı acı değil; aynı zamanda modern dünyanın ahlaki çöküşünün ve riyakâr sessizliğinin en çarpıcı yansımasıdır. Süryaniler, savaşın, radikal İslamcı ideolojilerin ve siyasi kaosun pençesinden kurtulmak için dün olduğu gibi bugün de sınırları aşarak Avrupa ve Amerika’ya savrulmak zorunda kalıyor. Ancak bu zorunlu diaspora, kültürel direnişin yeni sahnesi olsa da, küresel sistemin adaletsizliğini gizleyen bir makyajdan öteye gidemiyor. Sürgün, bir halk için yalnızca coğrafi bir kopuş değildir; aynı zamanda kimliğin, dilin ve tarihsel hafızanın parçalanarak silikleşmesidir. Süryaniler için bu kopuş, geride bırakılmış toprakların buruk hatıralarıyla, gelecekte bir daha var olamama korkusunun iç içe geçtiği sessiz bir yok oluş biçimidir. Modern dünya, bu kopuşun ve kayboluşun trajedisini yalnızca izlemekle yetinirken, görmezden gelmenin de tarihsel bir suç ortaklığı olduğunu unutmamalıdır.
Suriye’deki rejim değişikliği, Süryanilerin varoluşsal gerçekliğini bir kez daha hatırlattı: Tarihin her kırılma anında olduğu gibi, bu kadim halk, güçlülerin çatışmasında yeniden göz ardı edilen ve yok sayılan bir halk olma tehdidiyle karşı karşıya bırakıldı. Bugün sorulması gereken soru şudur: Tarih, kaç kez tekrarlanacak? Kaç kez bu kadim halk, yıkıntılar arasında varlığını ve kültürünü kurtarma mücadelesine mahkûm edilecek?
Ortadoğu’nun derin çatışmaları, Süryanilerin varoluşsal gerçekliğini yeniden sorgulatıyor. Bu sorgulama, yalnızca siyasi değil, aynı zamanda kültürel ve entelektüel bir yüzleşme gerektiriyor. Arendt, vatansızlığın bir insanı yalnızca topraktan değil, haklarından ve tanınırlığından da mahrum bıraktığını söyler. Süryaniler, bugün vatansızlığın en somut örneğini yaşamaktadır. Kendi topraklarında, kendi kimliklerine yabancılaştırılmışlardır. Rejimlerin çöküşü ve radikal İslami grupların baskısı altında, hakları ellerinden alınmış, sesleri bastırılmıştır. Öte yandan Süryaniler, dünya sisteminde egemen iktidarların çıkar hesaplarının bir parçası hâline getirilerek araçsallaştırıldılar; bu süreçte dışlandılar ve sistematik olarak sessizliğe itildiler. Süryaniler, Ortadoğu’nun çalkantılı jeopolitiğinde bir kez daha dünya sisteminin kenarına itilen ve görmezden gelinen bir halk konumuna sürüklendiler. Bu marjinalleşme, Süryanileri varoluşsal bir siyasal ve kültürel çıkmazın içine hapsetmiştir.
Kısa ve uzun vadeli geleceğe bakış
Bu katmerleşmiş kötülük karşısında, Süryanilerin varoluş mücadelesi, yalnızca söylemlerle değil; somut politik adımlar ve stratejik eylem planları ile desteklenmek zorundadır. Ortadoğu’nun siyasal kaosu, tarih boyunca ezilenlerin varoluş mücadelesini en ağır biçimde sınadı. Suriye rejiminin çöküşüyle şekillenecek yeni düzen, Süryaniler için belki de son bir fırsat niteliğinde olabilir. Ancak bu fırsat, yalnızca bir halkın haklarını güvence altına almakla sınırlı değildir; aynı zamanda bu coğrafyanın çokkültürlü hafızasını yeniden inşa etmek anlamına gelir. Bu bağlamda, Süryaniler açısından kısa vadede atılacak adımlar hayati bir önem taşırken, uzun vadeli stratejiler varoluşsal bir zorunluluk olarak görülmelidir.
Suriye’de yeni rejimin şekillenme sürecinde, Süryanilerin eşit haklara sahip bir halk olarak tanınması, göz ardı edilmemesi gereken önemli bir adımdır. Yeni anayasa yazımında Süryanilerin temsilcilerinin de karar verici süreçlerde yer alması, sadece bir azınlığın korunması değil; aynı zamanda bölgesel barışın çokkültürlü bir temelde inşası açısından anlamlı bir katkı sunacaktır. Süryani kurumları ve yerel siyasi temsilciler, bu süreçte aktif bir rol oynayarak taleplerini diyalog zemininde dile getirme fırsatına sahip olmalıdır. Bu tür adımlar, hem Süryanilerin varlıklarını güvence altına alacak hem de Suriye’nin geleceğinde kapsayıcı ve adil bir düzenin temellerini güçlendirecektir.
Süryaniler, Suriye’nin ve Mezopotamya’nın kadim topraklarının yerli ve tarihî halklarından biridir. Onların varlığı, bu coğrafyanın çokkültürlü ve çokinançlı kimliğinin en eski yapıtaşlarından birini oluşturur. Süryaniler, yüzyıllar boyunca bu topraklarda dil, kültür ve inanç miraslarını inşa etmiş; bölgede barışın ve birlikte yaşamanın tarihsel örneklerini sunmuşlardır. Bugün Süryanilerin taleplerinin tanınması ve haklarının korunması, sadece onların tarihsel adalet arayışı için değil; Suriye’nin kültürel çeşitliliğini ve toplumsal barışını yeniden inşa etmek için ahlakî ve siyasî bir zorunluluktur. Süryaniler, geçmişte olduğu gibi gelecekte de bu toprakların ayrılmaz bir parçası olarak, Suriye’nin yeniden yapılanma sürecinde eşit ve etkin bir rol üstlenmelidir. Bu, hem tarihsel bir hak teslimi hem de sürdürülebilir bir barışın teminatı olacaktır.
Yeniden yapılanacak Suriye’nin yerel yönetimlerinde kültürel temsiliyet ve hakların güvence altına alınması, Süryanilerin varlığını korumak için temel bir adım olabilir. Bu, eşit yurttaşlık ilkesi doğrultusunda, Süryanilerin kendi dilinde eğitim veren okullarını, kültürel kurumlarını ve ibadet yerlerini özgürce yaşatabilmelerini sağlayacak bir çerçevenin oluşturulması, hem bu kadim halkın kimliğini yaşatacak hem de toplumsal barışa katkı sağlayacaktır. Yerel yönetimlerde kültürel ve toplumsal hakların tanınması, sadece bir halkın kimliğini korumakla kalmaz; aynı zamanda bölgenin çokkültürlü ve çoğulcu yapısını güçlendiren bir model sunar. Bu tür adımlar, Süryanilerin tarihsel olarak maruz kaldığı görünmez kılınmaya karşı en somut ve adil çözüm olacaktır.
Suriye’de Baas rejiminin çöküşüyle birlikte, Süryaniler için yeni bir siyasi dönemin kapıları aralanmaktadır. Bu süreçte, Süryanilerin eşit haklara sahip bir halk olarak tanınması ve anayasal güvence altına alınması, sadece onların değil, tüm Suriye toplumunun demokratikleşmesi için kritik bir adımdır. Yeni anayasanın hazırlanma sürecinde, Süryani temsilcilerin aktif katılımı desteklenmelidir. Bu katılım, Süryanilerin kendi dillerinde eğitim veren okullarını, kültürel kurumlarını ve ibadet yerlerini özgürce yaşatabilmeleri için gerekli yasal zeminin oluşturulmasına önemli bir katkı sunacaktır.
Bunun yanı sıra, Süryanilerin siyasi temsiliyetinin artırılması, karar alma mekanizmalarına etkin katılımları ve güvenliklerinin sağlanması için uluslararası toplumun desteği önem arz etmektedir. Uluslararası toplum, Süryanilerin haklarının korunması ve kültürel varlıklarının sürdürülebilirliği için somut adımlar atabilmelidir. Bu bağlamda, uluslararası insan hakları örgütleri ve diplomatik kanallar aracılığıyla Süryanilerin durumu sürekli gündemde tutulmalı ve gerekli destek sağlanmalıdır
Hafıza, kimlik ve varoluş
Uzun vadede Süryanilerin, sadece hayatta kalmakla yetinmeyip kültürel ve siyasal varlıklarını kalıcı ve güçlü bir zemine oturtmaları, tarihsel bir zorunluluk olarak ortada durmaktadır. Tarih boyunca ’ezilenlerin sesi’ susturulmak istendi; ancak bu ses her defasında bir yankı bulmayı başardı. Bugün Süryaniler için bu yankıyı daha da güçlendirmek, diaspora ile anavatan arasında sağlam ve sürdürülebilir bir bağ kurmaktan geçebilir. Avrupa ve Amerika’daki Süryani diasporasının, kültürel ve ekonomik desteği örgütlü bir şekilde seferber etmesi, anavatandaki toplulukların yeniden güçlenmesine önemli katkılar sunacaktır. Bu, sadece bir dayanışma meselesi değil; aynı zamanda Süryanilerin tarihsel varlıklarını geleceğe taşıyabilmeleri adına ortak bir sorumluluk anlamı taşımaktadır.
Süryanilerin varoluşsal sorunu, tarih boyunca maruz kaldıkları baskılar, göçler ve kültürel erozyonla daha da derinleşmiştir. Bu sorun, yalnızca anavatanları olan Mezopotamya’da değil, diasporada da varlıklarını tehdit eden çok katmanlı bir mücadeleyi ifade eder. Süryanilerin geleceğe güçlü bir şekilde tutunabilmeleri için kültürel, siyasal, toplumsal ve ekonomik boyutları bir arada ele alan gerçekçi çözümler gereklidir. Bu çözümler, hem anavatanlarında varlıklarını sürdürmelerini hem de diasporada kimliklerini korumalarını hedeflemek durumundadır.
Yeni siyasi düzenlerde, Süryanilerin eşit yurttaşlık temelinde tanınması ve siyasal süreçlere etkin katılımlarının sağlanması hayati önemdedir. Bu durum, sadece anayasal haklarla sınırlı kalmamalı; yerel yönetimlerde temsiliyet, kendi okullarını ve dinî yapılarını koruma gibi somut güvenceleri de içermelidir. Ortadoğu’daki istikrarsızlık, radikal grupların saldırıları ve rejim değişiklikleri Süryanilerin sürekli göç etmesine yol açmıştır. Süryanilerin yerlerinden edilmesini önleyecek uluslararası güvencelerin sağlanması ve anavatanda güvenli yaşam koşullarının oluşturulması gereklidir. Uluslararası toplumun bu konuda etkin rol oynaması ve Süryanilerin güvenliğini sağlayacak mekanizmaları hayata geçirmesi, kalıcı bir çözüm için elzemdir.
Bu bağlamda, Süryanilerin düşünsel ve kültürel çabaları, varlıklarını yeniden inşa etme mücadelesinin temel taşlarından biri olarak görülebilir. Camus’nün felsefesinde vurguladığı gibi, insan, anlamsızlık ve çaresizlik karşısında dahi direnerek varoluşunu sürdürme iradesi göstermelidir. Süryanilerin kültürel ve siyasal varlıklarını koruma çabası da, böylesi absürd bir dünyada anlam arayışının ve varoluşsal direnişin somut bir ifadesidir. Bu direniş, yalnızca bir halkın hayatta kalma çabası değil; aynı zamanda insanlık onurunu koruma mücadelesidir.
Çözüm, hafızayı yeniden canlandırmakta ve direnişi yeni bir anlamla buluşturmaktadır. Bir halkın sesi kısılabilir, görünmez kılınabilir; fakat kökleri toprağa, hafızası insan yüreğine kazınmışsa, asla yok edilemez. Onun varlığı, dilinde yankılanan sözcüklerde, inancının sessiz dualarında ve tarihini unutmayanların iradesinde yaşamaya devam eder. Süryanilerin bu varoluşsal mücadelesi, yalnızca bir halkın direnişi değil; insanlığın vicdanına tutulmuş bir aynadır. Unutulmaya ve inkâra karşı açılmış bu hakikat kapısı, adaletin geç de olsa yerini bulacağına dair bir umudun taşıyıcısıdır. Bu kapının ardında, susturulmuşların sesi, yıkılmış olanların izleri ve onurlu bir varoluşun yeniden inşası için filizlenecek bir geleceğin tohumları durmaktadır.