'Agos'un Arşivinden', Hrant Dink'in, kendi Kamp Armen'ini anlattığı bir yazıyla başlıyor. 26 Ocak 2007 yılında, Dink cinayetinden sonra basılan ilk sayıda tekrar gün yüzüne çıkan bu yazıda Dink, Tuzla Çocuk Kampı'nın çaresizliğini anlatıyor.
O Şimdi Yeniden Tuzla’da, Çocukluğunun Cennetinde
Avrupa Birliği Uyum Yasaları Paketi, Türkiye Büyük Millet Meclisi Adalet Komisyonu’nda görüşülürken üzerinde en fazla tartışma yaşanan husus, “Azınlıklara mülk edinme hakkı” getiren 4. madde oldu. İdam, Kürtçe yayın, Kürtçe öğrenim gibi çok daha sıkıntılı maddeler önemli sayılabilecek oy farkıyla kabul edilirken, 4. madde sadece bir oy farkıyla kabul edilebildi. Üstelik hem komisyonlarda, hem Meclis’te hem de medya önünde bu madde tartışılırken karşı olanlar insaf ölçülerine sığmayacak bir üslupla sadece yasayı değil, Azınlıkları ve Azınlık Vakıfları’nı da fütursuzca eleştirdiler. Öyle ki bu saldırgan üslup karşısında Azınlık mensupları olarak “Böyle vereceklerse hiç vermesinler” duygusallığına dahi düştük.
Anlaşılmaz bir karar
Oysa biz haklıydık, hem de çok haklı...
Otuz yıldan bu yana vakıflarımız mülk satın alamadıkları, mülk bağışı kabul edemedikleri gibi, 1936 yılından itibaren edinmiş oldukları mülkleri de Devlet tarafından açılan davalarla bir bir ellerinden alınıyor, bedelsiz olarak eski sahiplerine, mirasçılarına onlar da yoksa Hazine’ye iade ediliyordu.
Çaresizdik, 1974 yılı Kıbrıs olaylarının en hareketli ortamında Yargıtay’ın bir Rum vakfı aleyhine vermiş olduğu, azınlık vakfını “yabancı” kategorisine sokan anlaşılmaz karar, emsal haline dönüşmüş, açılan her bir davanın sonucunu etkiler olmuştu. Sorunumuzu otuz yıldan bu yana her seferinde Devlet’in tüm kademelerine taşıyor, hemen her yıl bu konuda yazdığımız raporu Cumhurbaşkanları’nın, Başbakanlar’ın bakanların ve bürokratların sümen altına teslim ediyorduk. Ancak haksızlık sürüp gidiyordu.
Keşke...
Devlet’ten bir çözüm gelmediği için sorunumuzu bu kez Türkiye kamuoyuna taşımaya karar verdik. Birkaç yıldan beri de ülkemizin duyarlı ve demokrat yazarları hemen her fırsatta bu haksızlığın giderilmesi için sorunumuzu dile getirdiler. Ne var ki dayatmacı zihniyetin vurdumduymazlığı sürüyordu. İktidarın belli bir bölümü, “Azınlığa hak” denince hemen hiddetleniyor ve çözüm girişimlerini engelliyordu.
Sonuçta, sorunumuz hiç de arzu etmediğimiz bir üslup ve yöntemle, AB yasaları içerisinde çözüme ulaştırıldı. Ve yine bizim hiç hak etmediğimiz bir şekilde “Avrupa Azınlıklara hak istedi, Türkiye de çaresiz kaldı, verdi” gibi, garip ve sevimsiz bir sonuç çıktı ortaya.
Haksızlığın sigortası
Oysa ne yeni ne de ayrıcalıklı bir hak veriliyordu bizlere. 1970’li yıllara kadar kullandığımız, ancak o tarihten itibaren elimizden alınmış hakkımız tekrar iade ediliyordu. Üstelik bu yapılırken de bin dereden su getiriliyor, yasa içine “Bakanlar Kurulu’nun onayıyla” diye koca bir şerh konularak, ne zaman nasıl atacağı önceden kestirilemeyecek bir sigorta konduruluyordu.
Böylece diğer vakıfarla Azınlık Vakıfları arasına yine eşitsizlik yaratılıyor, diğerleri sadece Vakıfar Genel Müdürlüğü’nün onayıyla yetinirken, Azınlık Vakıfları’nın mülk edinmesinin onayı Bakanlar Kurulu’nun takdirine yükseltiliyordu.
Kontrol yüce olmalıydı! Olur a, Azınlık Vakıfarı azıtır, Türkiye’yi satın almaya kalkabilirlerdi!
Kaybedilmiş mülklerin akıbeti
Yasada, mahkemeler yoluyla eski sahiplerine iade edilmiş mülklerin akıbetine ilişkin bir açıklık olmasa da, Azınlık Vakıfları elbette bu mülkler için her türlü yasal ya da hukuki girişimde bulunacaklar.
Umalım ki, bugüne değin yapılanın yanlış olduğunu anlayan ve yeni bir yasayla bu haksız gidişata son veren zihniyet bu mülklerin geri verilmesi için de olumlu çözümler üretsin. Bu yapılmadığı takdirde, yasanın sadece bundan sonrasına uygulanacak olması haksızlığı tamamen gidermiş olamayacak.
Rum Azınlığın 150’yi, Ermeni Azınlığın ise 30’u aşkın kaybedilmiş mülkü var ve bunlar asıl sahiplerini bekliyorlar.
Tuzla Kampı:Haksızlığın simgesi
Bu mülklerden biri de Gedikpaşa Ermeni Protestan Kilisesi Vakfı’na ait Tuzla Çocuk Kampı. Bu kampın öyküsünü içinde yaşayan biri olarak sayısız kereler yazdım ve dile getirdim. Bir yerde Azınlık Vakıfları’nın elinden mülklerinin alınması olayının simgesi oldu Tuzla Kampı. İnsan Hakları Derneği’nce üzerine sergiler yapıldı, kitaplar yazıldı. İnanın, Tuzla Kampı’nın öyküsü insana bıkkınlık verecek gibi değil.
Bir kez daha anlatmaya değer.
Aldılar bir sabah biz 13 çocuğu... Gedikpaşa'dan yürüyerek Sirkeci'ye... Oradan vapurla Haydarpaşa'ya... Haydarpaşa'dan trenle Tuzla İstasyonu'na... İstasyondan da bir saat yürüyerek, göl ile denizi kenarlayan geniş ve uçsuz bucaksız düz bir araziye götürdüler. O zamanın Tuzla'sı bugünkü gibi zenginlerin ve bürokratların villalarıyla dolu bir mekân değil... İnce kumlu, bakir bir deniz kenarı ve denizden kopma bir göl parçası... Uçsuz bucaksız arazide bir iki ev, tek tük incir ve zeytin ağaçları ve hendek kenarlarına serpilmiş dikenli böğürtlen çalıları...
Bir de bizim kurduğumuz Kızılay çadırları...
8 ila 12 yaş arası biz 13 çelimsiz için yazları Gedikpaşa Yetimhanesi'nin beton bahçesine mahkum olma sona ermişti...
Ailelerimizi, yakınlarımızı ancak geceleri uzaklarda, parlayıp sönen kent ışıklarını izlerken anımsıyorduk. Yere düşmüş ve üst üste yığılmış yaşlı yıldızlara benzetiyorduk kent ışıklarını.
Üç yıl şafak vakti kalkıp, gece yarılarına dek çalışarak kamp binasını tamamladık. En kısa boylularımızdan biri olan "Kütük" (Zakar'a böyle hitap ederdik) bir başına çimento torbasını kucaklayıp çatıya kadar çıkarabiliyordu. Geceleri uykuda yorgunluktan altımıza işerdik.
Sekiz yaşımda gittim Tuzla'ya. Tam 20 yıl oraya emek verdim. Eşim Rakel'i orada tanıdım. Birlikte büyüdük. Orada evlendik. Çocuklarımız orada doğdu... 12 Eylül'den sonra kampımızın müdürünü "Ermeni militan yetiştiriyor" suçlamasıyla içeri aldılar. Haksız bir suçlamaydı. Hiçbirimiz Ermeni militanlar olarak yetiştirilmemiştik. Başsız kalan kampın ve yetimhanenin kapanmaması için görevi bu kez ben ve oradan yetişen arkadaşlarım üstlendik.
Ama bir gün elimize bir mahkeme kağıdı tutuşturdular...
"Siz Azınlık kurumları yer satın alma hakkına sahip değilmişsiniz! Biz zamanında size izin verirken yanlış yapmışız. Artık burası eski sahibinin olacak."
5 yıl süren direnişimize rağmen yenildik... Ne yapalım ki karşımızda devlet vardı.
Şikayetim var ey insanlık!...
Bizi, yarattığımız uygarlığımızdan attılar.
Orada yetişmiş 1500 çocuğun alınterinin üstüne oturdular. Bizlerin çocuk emeğini gaspettiler. Orayı tekrar yoksul çocuklar için bir yetimhane yapsalardı, kimliği ne olursa olsun, yoksul ya da özürlü çocuklar için kamp olarak kullansalardı, hakkımı helâl ederdim. Ama bu şekilde emeğimi helal etmiyorum.
Ve artık bizim yarattığımız "Tuzla Yoksul Çocuk Kampı"mız, bizim "Atlantis uygarlığımız" şimdi bir harabe...
Çocuk cıvıltıları çekilince suyu da çekilmiş kuyunun... Binanın omuzları düşük... Toprak çorak... Ağaçlar küskün...
Benim isyanımın pike uçuşları ise, binbir özenle yaptığı yuvası bir darbeyle yok edilmiş kırlangıçınki kadar keskin...
Lakin çaresiz...
*Bu yazı Agos gazetesinin 26 Ocak 2007 tarihli sayısında yayınlanmıştır