Bu konuyu parça bölük daha önce de yazdım. Lakin ne yaparsın, bu ülkede 10-20 yıl önce yazılanlar da günceldir; yayımla, yadırganmaz... Korkarım bu gidişle gelecek de güncel olacak.20 Eylül Pazar günü Ruhi Su’nun 30. ölüm yıldönümü nedeniyle bir anma gecesi düzenlendi. Ruhi Su Dostlar Korosu, Boğaziçi Caz Topluluğu konser verdiler. Onun yaşamından, şiirlerinden kesitler, örnekler dinledik. BBC Türkçe radyosunun 1975’te Londra’da onunla yaptığı görüşmeyi izledik. Konuşmacıydım. Söylediklerimin özeti şöyle:
Bugünlerde Cumhurbaşkanlığı hariç her şey, başbakanlık, genel başkanlık, bakanlıklar, Ermeni patrikliği, her şey vekaletle yürütülüyor. Hele Kurban Bayramı’nın yaklaştığı günümüzde vekaletle katliam da başlıyor. Ben de usule uyarak bu konuşmayı vekaleten yapıyorum. Kadim dostum, sevgili arkadaşım Gençay Gürsoy’a vekaleten.
Ya 1960 ya da 1961 yazı. Tuzla’da Amerikan Kampı’ndayım. Bir Cumartesi “Konukların var, seni soruyorlar,” diye haber geldi, yönetim binasına gittim. Orada, otuz beş kırkında iki kadın ile belki ellisinde bir erkek, yanlarında iki çocuk, beni bekliyorlar.
Kadınlardan biri, “Benim adım Mina Urgan, sizin adınızı Sabri Altınel verdi, oğlumu kampa getirdik, sizi bulmamı söyledi,” dedi. Oğlu Mustafa Irgat’tı, galiba 8-9 yaşındaydı, öteki çocuk onun küçük kardeşi Zeynep. Öbür erkekle kadın ise Ruhi Su ile Sıdıka Su. (Demek henüz Ilgın yokmuş ortalıkta.) Adını bildiğim, sesini, bir türküsünü duymadığım Ruhi Su ile o gün orada tanıştım.
Ruhi Su ile Tuzla’daki tanışma üniversitede ve sonrasında sürdü, gelişerek sürdü. Ruhi Su 5 yıllık mapusluktan (meşhur ’51 tevkifatında tutuklanma, 1952-57 arası hapis) sonra iş bulamamış, sonra Yapı Kredi’nin kurucusu Kazım Taşkent ona kültür bölümünde bir iş açmıştı. (Bir süre sonra Kazım Taşkent bile baskılara dayanamayarak onun işine resmen son verecek, lakin az bulunur bir zerafetle bunu Ruhi Su’ya, ‘Ruhi Bey, yaptığınız iş çok değerli, zamanınız da değerli, siz bir memur yapısında değilsiniz, bundan böyle çalışmanızı evinizden yürütünüz, maaşınız elbette devam edecek,’ diyerek açıklayacaktı.)
1967 Şubat’ı. Develi’deyim. Kar, kış... Karakış! Orada birkaç gün kaldıktan sonra Kayseri’ye, Türkiye İşçi Partisi il örgütünde arkadaşlarımı ziyarete. Arkadaşlarımdan biri de Ahmet Abi’ydi, Ahmet Gayretli. Abdülkadir Pirhasan (Vedat Türkali), 1980 Mayıs’ında katledilen Tarsuslu Sevinç Özgüner ile eşi Vecdi Özgüner gibi başkalarıyla ve Ruhi Su ile mapusane arkadaşı. Onunla ve öteki arkadaşım Mustafa Tosuner’le birlikte de trenle İstanbul’a geldik.
Trende Ahmet Abi habire, ‘Ha, n’olur, bir de Ruhi’yi görsek!’ diyordu. İlk akşam Ruhi Su’nun türkü söylediği kulübe gittik, Ahmet Abi, Mustafa, Jermen, ben. Sahnedeydi. Bir kağıda, “Ruhi Abi, Ahmet Gayretli burda, selam ediyor,” yazıp gönderdim; notu aldı, okudu, sonra o güzel yüzüne yakışan gülüşü ve davudi sesiyle, “Ahmet, hoşgeldin,” diye ünledi, vakit geçirmeden,
Nasıl geçtin boz bulanık sellerden,
Haber mi aldın esen yellerden
Yadigar mı geldin bizim ellerden
Gülü reyhan misali koktun birader
türküsünü, Everekli Seyrani’nin bu muhteşem türküsünü söyledi Ahmet Gayretli için.
Kendi şiirleri, sözlerini yazdığı türküleri de müthiştir.
Mahsus mahal derler kaldım zindanda
Kalırım kalırım kardeş dostlar yandadır
İk’elleri kızıl kandadır kanda
Ölürüm ölürüm kardeş aklım sendedir
Üç kıtalık bu türkü hapiste evlendiği dava arkadaşı, yoldaşı Sıdıka için hapiste yazılmıştı.
Hasan Dağı Hasan Dağı
Eğil eğil eğil bir bak
Sıkıyor zincir bileği
Jandarmada hiç insaf yok
Gidiyor kalktı göçümüz
Gülmez, ağlamaz içimiz
İnsan olmaktı suçumuz
Hasan Dağı, insan olmak
14. yüzyılda Yunus Emre, 20. yüzyılda Ruhi Su. Değişmeyen, değiştiremediğimiz çile, eza, baskı, zulüm! Mahkumiyet kararının peşinden Adana’ya sevkedilirken Gülek Boğazı’na doğru geçilen Hasan Dağı’na arz-ı hal... İşe bakın ki, yıllar yıllar sonra Can Yücel, gene aynı gerekçeyle gene mahkumiyet sonrası gene Adana’ya sevkedilirken benzer hali anlatacaktır, ‘Ayışığı’ şiirinde:
Bileklerimizi morartmış yeni Alman kelepçeleri,
Otobüsün kaloriferleri bozuldu Kaman’dan sonra.
Sekiz saat oluyor karbonatlı bir çay bile içemedik,
Başımızda pirensip sahibi bir başçavuş.
Niğde üzerinden Adana cezaevine gidiyoruz...
Bir sen eksiktin ayışığı
Gümüş bir tüy dikmek için manzaraya...
Ben Ruhi Su’nun türkü söyleyişini duymadan önce Kırşehirli üç sese/aşığa/ozana tutkundum : Muharrem Ertaş (Neşet Ertaş’ın babası), Çekiç Ali, Hacı Taşan.
Muharrem Ertaş’ın ‘Kova kova indirirler yazıya,’ ‘Ağ ellerini sala sala gelen yar,’ ‘Sarı yazma’ bozlakları, hele Dadaloğlu yiğitlemesi beni, benim gibileri yer bitirirdi.
Ne var ki, başka pek çok türkü gibi, ‘Ferman padişahın dağlar bizimdir,’ diyen Dadaloğlu haykırışı da Ruhi Su söylediğinde bir başkaldırı, direniş, devrim karakteri kazanmıştı bizim indimizde.
Babam ümmi idi. Kırımlardan, Anadolu’yu kasıp kavuran o insan yangınından geçip gelmiş, 24 kişilik ailesinden bir tek kendisinin hayatta olduğuna inanan, her şeyini kaybetmiş, tek başına bir insan.
Çoğu okuma yazması olmayan insan gibi, babam da İncil’i bilirdi. Bir gün bana, “Oğlum, tohum çürümeden ürün vermez. Ben o çürüyen tohumum, sizler benim meyvemsiniz.” demişti. Ruhi Su da barış kardeşlik sevdasıyla ömrünü çürütürken bize doyulmaz meyvelerini bıraktı. Nazımsız şiir nasıl düşünülemezse, Ruhi’siz türkü de düşünülemez..
Ruhi Su’nun bozlaklarını hepimiz severiz. Onun sesinde ve söyleyişinde Anadolu uyanır, ayağa kalkar. Uzak Artvin’den Kars’tan, uzak Trakya’dan, Ege’den, uzak Anadolu’nun geniş bozkırından o haykırır. Ve bu türkülerle bize Osmanlı’nun ve Cumhuriyetin kanlı öyküsünü anlatır, gösterir. Onun ezgili yüreği, hiç kuşkusuz, en az ezgisi kadar sevdalı bir yürektir. O sevdası insan, hürriyet, adalet sevdasıdır. “İnsan olmaktı suçumuz,” derken de zaten bunu söyler.
Bir ülkede hangi sözler, hangi kavramlar en çok kullanılıyorsa, dikkat edin, onların eksikliğinden, olmamasındandır. İhtiyacı, özlemi ifade eder. Bizim ülkemizde demokrasi, kültür, sanat, eşitlik, özgürlük, adalet, kardeşlik en çok duyduğumuz sözlerdir. Barış’ı unutmadım. Barış. Barışı da tüm öteki kavramlar gibi çölde su ararcasına ararız.
T.C. pasaportu çok değerli bir belgedir; öyle uluorta, herkese verilmez. Bu günümüzde de böyledir. Örnekse, Diyarbakır Sur Belediye Başkanı Abdullah Demirbaş halkın oylarıyla belediye başkanı seçilebilir, ama devlet ona yıllar yılı pasaport vermeyebilir. Halkın oylarıyla seçilmek kimileri için en üst meşruiyet anlamını taşır. Ama o ‘kimileri’, konu kendileri olmayınca, halkın oylarını umursamazlar, insanların ya hapiste ya da (bu yapılanlar, binlerce örnek düşünüldüğünde dışarıdaki hapishane olan) kendi ülkelerinde ölmelerini yeğ tutarlar. Pasaport vermezler. Pasaportu varsa vize alamaz. Vize alırsa huduttan çevrilir.
Ruhi Su hastalandı. Kanser. Tedavisi için Almanya’ya gitmesi gerekiyordu. Orada doktor, hastane, her şey hazırdı. Aziz milletimizin necip hükümeti onun diyar-ı gurbette ölmesine razı gelmedi, ölecekse kendi toprağında ölsün, dedi. İş işten geçtikten sonra -o da tek çıkışa mahsus- verilen pasaport işe yaramadı.
Ruhi Su’yu 1985’te bir Eylül günü kaybettik. Zulüm zalime, onun coşkun bir ırmak olan sesi, güneşli gülüşü, ezgili, sevdalı yüreği, şiirleri, türküleri bize kaldı.
Şimdi ışıklar içinde yatıyor. Merhaba Ruhi Su. Merhaba güzel dostum.