Hrant Dink Vakfı’nın geçen ay düzenlediği ‘Kültürel Miras: Kavramlar, Arayışlar ve Türkiye’den Örnekler’ atölyesinde ‘Türkiye’de Kültürel Miras’ın Tarihi, Tanımı ve Değeri’ başlıklı bir sunum yapan arkeolog Doç. Çiğdem Atakuman’la (ODTÜ), ulus-devletlerin mirasını ve bu mirasın dışında bırakılanları konuştuk.
Arkeologların kültürel miras alanındaki çalışmalara katkısı nedir?
Ben arkeolojiyi Türkiye’de değil ABD’de okudum. Orada arkeoloji, antropoloji disiplininin bir parçası olarak öğretilir. 10 yıldır Türkiye’deyim; ABD’de edindiğim arkeoloji diliyle, pre-historik dönemi kendimce yorumlamaya başladım. Pre-historik dönemle ilgili bir sürü farklı yorum geleneği var. Türkiye’deki, nesneleri bulmak, ‘Bakın, biz neler bulduk’ diye yayınını yapmak, sonra onları ölçüp biçip müzelere yerleştirmekten ibaret, çok sterilize bir anlatı dili ve gelenek.
Amerika’daki nasıl?
Amerika’da, daha doğrusu Anglo-Amerikan ekolündeki süreç şöyle: Nesneleri buluyoruz, ölçüyoruz, biçiyoruz, çizimlerini yapıyoruz, fotoğraflarını çekiyoruz ve en sonunda bu buluntuların o dönemin sosyal yapısına ve toplumsal dönüşüme ışık tutması için çabalıyoruz. Örneğin ‘Bugünkü topluluklara nasıl ulaştık?’, ‘İnsanlar birbirleriyle nasıl ilişkiye geçiyorlar?’, ‘Nesnel kültür bu yapının içinde nasıl sembolik bir komünikasyon üretiyor ve nasıl bazı kimlikleri ve mekânı yapılandırıyor?’ sorularına yanıt bulmaya çalışıyoruz. Ben özellikle, pre-historik dönemde toplumsal cinsiyet ilişkileri ve bununla alakalı sosyal eşitsizliklerin ortaya çıkışı üzerine çalışıyorum. Türkiye’de buluntular, Anadolu’nun kültürel miras zenginliği ve bundan ne kadar gurur duymamız gerektiğiyle ilişkilendiriliyor. Buradaki ulus-devlet anlatısı içinde, nesnelerin sahibi olan bir devlet var; devlet bazı nesneleri veya kültürleri kendine ait kılıyor, bazılarını dışarıda bırakıyor.
Dışarıda bıraktıklarına ne oluyor?
Bunu ben de çok merak ediyordum. Görülen o ki, bu ulus-devletin, özellikle Türk-İslam sentezinden sonra gelişmeye başlayan yeni Anadolucu söylemin, bugün hâlâ yaşamaya çalışan Anadolu kültürleriyle ilgili bir sorunu var. Mesela arkeoloji müzelerindeki eserler Bizans Dönemi’ne kadardır ve Bizans zaten sanat tarihçilerinin işi olarak görülür. Bizans ve sonrasındaki dönemler ya etnografya ya da İslam eserleri müzelerinde sergilenir.
Panelde, kültürel mirasın kime, yani hangi ulusa ait olduğu konusunda çoğu zaman bir uzlaşı sağlanamadığının altı çizilmişti. Siz de konuşmanızda kültürel mirası “herkesin veya hiç kimsenin mirası” olarak nitelendirmiştiniz.
Kültürel miras pratikleri geçmişin nesnel kalıntılarına ve bu kalıntıların korunmasına dayalı bir akademik uzmanlık alanı haline gelmiş gibi görünse de, bugün içinde bulunduğumuz dünya ve ulus-devlet düzeninin yarattığı sosyal kimlik ve sosyal adalet çatışmalarıyla şekilleniyor. Kültürel mirası, modernite ve ulus-devlet düzenlerinin bastırdığı etnik ve dinî kimlik tahayyüllerinin birbirleriyle girdikleri veya girmeye çalıştıkları müzakerelerin sembolik söylem alanı olarak görmek gerekir. Bu sembolik söylemin içinde, ‘kültür’ ve ‘miras’ kelimeleri, daha çok, geçmişin bize ait olduğunu düşündüğümüz, seçilmiş bilgi ve verisine dayanarak, bugün vurgulanan bir tanınma isteğini ve yeni bir gelecek arzusunu yansıtıyor. Bu anlamda kültürel miras, bir uzlaşma alanı olmaktan çok bir çatışma alanı olmaya devam ediyor. Bizlerin atfettiği değerler olmasaydı, geçmişin kalıntıları taş ve topraktan ibaret yıkıntılar olarak kalacaktı. Ama çeşitli sosyal ve bürokratik süreçlerle bu kalıntıların bazılarını seçiyor, değerlendiriyor ve ‘kültürel miras’ statüsüne getiriyoruz. Bu süreçte, ulus-devlet ideolojilerinin etnik ve dinî üniterleşme arzularıyla şekillenen, çok baskın bir ‘kültürel miras’ oluşturma süreci var.
Yani kültürel mirası ulus-devletlerden bağımsız düşünmek mümkün değil, öyle mi?
‘Kültürel miras’ kavramı, ulus-devletlerle birlikte ortaya çıkıyor. I. Dünya Savaşı’ndan sonra, özellikle Avrupa’da, savaşın etkisiyle yıkılan kentlerin ortasında kalan insanlar geçmişi yok ettiklerini fark ediyor, hatta yok olan yapılar şiddetin sembolü haline geliyor. UNESCO’nun kurulması, bir dünya kültür mirası listesi başlatması da Avrupa’yı iyileştirme sürecinin bir parçası oluyor zamanla. Geçmişe ait nesneler korunurken, bu nesneler arasında bir hiyerarşi de yaratılmaya çalışılıyor. Evrensel miras diye bir şeyden, bütün dünyada geçmişten bugüne kalan nesnelerin korunup gelecek kuşaklara aktarılmasından bahsediliyor. Dünya Kültürel Miras Sözleşmesi’ne imza atan ülkelerin, bu listeye birtakım adaylar göstermesi bekleniyor; yani bu listeye sadece ulus-devletlerin aday gösterdiği şeyler girebiliyor. Mesela Hrant Dink Vakfı bu listeye aday gösteremez, ancak devletine gider, “Bakın, neler var bizde” der. Devlet ise “Bütün ülke bir araya gelsin, kimde ne varsa önümüze getirsin, ama neyin aday gösterileceğini biz seçeceğiz” der.
Ne tür bir hiyerarşiden söz ediyorsunuz?
En üstte ‘bütün insanlığın mirası’ denen şeyler var, onun altında da ulus-devletlerin kendi içlerinde yaratmaya çalıştığı kimlik söylemlerine odaklı bir miras. Türkiye’de etnisite ve din üzerinden oluşturulan bir hiyerarşi var. Bir dönem daha seküler ama son derece etnik Türkçü bir kimlik, 80 sonrasında Türk-İslam kimliği, şimdi de neo-Osmanlıcılık... Bu kimliğin dışında kalanlar da, küçük gruplar halinde kimlik dışı mirası devletin gözüne sokmak için çabalıyor. Hrant Dink Vakfı’nın, Türkiye’deki gayrimüslim kültürel mirasının envanterini çıkarma yönündeki çalışması bu açıdan çok önemli. Bu çalışma, birbirimizin gözünün içine bakıp söyleyemediğimiz şeyleri, bu coğrafyanın dört bir yanında suskun bir biçimde bekleyen kalıntıların şahitliğiyle dillendirebilecek potansiyelde. Ancak, benim, bu ülkenin vatandaşlarından biri olarak isteğim, envanter çalışmasının salt eksperler ve akademisyenlerin ortaya koydukları ve kendilerinin yararlanacakları bir bilgi kaynağı olarak kalmaması. Bir başka ifadeyle, kültürel mirasın, halihazırda egemen olan ‘biz’, ‘siz’, ‘ötekiler’, veya ‘kimin mirası’ gibi vurgulardan ve ilişkili pratiklerden kurtarılması ve bir toplum olarak hepimizi iyileştirmeye yönelik bir söylem ve pratik alanının içinde yeniden yapılandırılması.
‘Taşlara anlam veren biziz’
Konuşmanızda, Göbeklitepe Höyüğü’nün size hiçbir şey ifade etmediğini, oraya baktığınızda yalnızca taşlar gördüğünüzü söylediniz.
Evet. Taşlara, nesnelere, binalara anlam veren biziz. Onların bir duygusu veya dili yoktur. Biz onları, tesis etmeye çalıştığımız adaletin simgesel bir parçası haline getirmeye çalışıyoruz.
Nasıl bir adalet?
Sosyal adalet. Vicdani olarak sorun yaratan, insanlıkla, yarın ve gelecekle ilgili umudumuzu kıran meseleler ne ise (toplumsal cinsiyet, etnik veya dinî kimlikle ilgili olabilir bunlar) onları konuşuyor, her sabah yaşanabilir bir toplumun var olduğu umuduyla uyanıyoruz. Bu nesneler bizim sürdürmeye çalıştığımız umudun bir parçası oluyorlar sadece, çünkü geçmişten gelen anlatıların bilgisinin aramızda tesis ettiğimiz sosyal yapıya kurucu bir faktör olduğunu görüyoruz hep.
‘Kalıntılar fetih mentalitesini canlı tutuyor’
Anadolu’da bugün hâlâ Ermeni kiliselerinin, Rum veya Ermeni evlerinin kalıntılarını görebiliyoruz. Tarih bir yandan inkâr edilirken, tarihe ışık tutan bu kalıntılar yok edilmiyor. Sizce neden?
Bu yapılar halen bir fetih mentalitesini ve yarattığı kimlik bilincini canlı tutuyor. Bunlara baktıkça ‘öteki’ni ve ‘ötekinin geri gelme tehlikesi’ sanrısını yaşıyoruz. Bir de, bu yapıları aleni bir biçimde yok etmesek de, geride kalan halkın takdirine bırakıp, el koyma, yıkımı teşvik gibi pratiklerle tüm bir toplumu suça ortak ediyor, dönülmesi gittikçe imkânsızlaşan bir inkâr durumunu teşvik ederek bir sosyal travma ortamını sürdürüyoruz.