İzleyicilerin her cuma akşamı televizyon karşısında merakla beklediği ‘Medcezir’ dizisi, her biri ayrı bir hikâye aktaran, birbirinden renkli karakterleriyle dikkat çekiyor. Bunlardan biri de, dizinin ‘kötü’ karakteri Hale’yi canlandıran Meriç Aral. Hukuk Fakültesi mezunu olan Aral’la Türkiye’deki dizi sektöründen, oynadığı ilk dizi olan ve çekimleri Diyarbakır’da yapılan ‘Sultan’a kadar birçok konu hakkında konuştuk.
İlk olarak ‘Sultan’ dizisinde oynadınız. Sizin için nasıl bir deneyim oldu?
‘Sultan’ benim ilk setimdi. O sette, Nurgül Yeşilçay da dahil olmak üzere, birçok tecrübeli isimlerle çalıştım. Dizinin İstanbul dışında çekilmesi, bu şehrin Diyarbakır olması, böyle isimlerle çalışmak; güzel bir deneyimdi. Birçok şey öğrendim o sette, insani olarak da çok şey kattım kendime.
‘Sultan’ 20 bölüm sürdü. Biraz sancılı bir süreçten geçtik aslında. Biz Aralık’ta çekimleri yaptık ama dizi Mayıs’ta gösterilmeye başladı. Dizinin Diyarbakır’da çekiliyor olması apayrı bir deneyimdi. ‘Sultan’, Diyarbakır’da çekilip ulusal bir kanalda yayımlanan ilk diziydi. Onun da tadı gitti yavaş yavaş. Mesela Kürtçe çok kullanılamadı o dizide. Dizinin biraz politik olacağı söyleniyordu, öyle bir beklenti vardı. Hikâyenin anafikri, siyasi sebeplerle Fransa’ya kaçan bir adamın Diyarbakır’a dönüşüydü ama buna hiç girilemedi. Bunların sebebini bilmiyorum, muhtemelen birileri bir tercih yaptı ve sadece bir aşk hikâyesine döndü olay.
Türkiye’deki dizi sektörünü, sektöre girmeden önce nasıl görüyordunuz, şimdi nasıl görüyorsunuz?
Bir arz-talep durumu var. Bu işe girmek için biraz risk alınması gerekiyor ama dizilerin hep tutacağı düşünülerek, ezber üzerinden hareket ediliyor. Dizi tutmayınca da aniden bitiyor. İzleyici ya da dizi çalışanı hiç düşünülmüyor. Belki çok daha az paralara, izleyici kitlesi daha küçük ama belli olan işler yapılabilir. Mesela ‘Behzat Ç.’nin bir kitlesi vardı, o kitle senaryo bitene kadar o diziyi izledi. Dolayısıyla, belli bir hedef kitleye hitap eden, daha alternatif işler yapılabilir.
Sektöre girmeden öncesine dair söyleyeceklerim çok kısıtlı, çünkü ben pek dizi izleyen biri değildim. Benim bildiklerim de herkesin söyledikleri ve bildikleriyle sınırlı. Dizilerin çok uzun olması, insanların çok yorulması vb. şeyler söyleniyordu, ben de bunları yaşadıkça gördüm. İnsanlar gerçekten çok emek sarf ediyor. Bu kadar yorulmadan daha kaliteli işler yapılabilir, bunun için risk alınmalı. Öncelikle, “Daha çok para kazanalım” fikrinin yerini “Daha kaliteli işler yapalım” fikri almalı. Her şey çok ticari bir mantık üzerinden yürüyor, dolayısıyla işlerin tadı kaçıyor. Senaryo çok daha güzel olabilecekken, çalışanlar bunun için gereken vakti, yazarken de, çekerken de veremiyor.
Ülkede sansürün her alanda yoğun olarak hissedildiği bir dönemden geçiyoruz. Bu durum sizin sektörü nasıl etkiliyor?
Mümkün mertebe samimi olmaya çalışan oyuncular olduğunu biliyorum Ama artık bir yerden sonra otosansür devreye giriyor. Bu oyuncular hak ettikleri yerde mi, emin değilim. Biraz etki-tepki meselesi var. İnsanların bireyselliği desteklenmiyor. Bu sadece günümüz için söz konusu değil, her zaman böyleydi. Bireysel koşullar düşünülmüyor, daha çok bir yere bağlıymışsın gibi bakılıyor. Dolayısıyla bu hem otosansüre, hem de kabul edilmiş bir algıya yol açıyor. Öyle bir hal alıyor ki, bazen fark edemiyoruz bile. Konuşanların çok samimi olmadığını, samimi olanların da konuşmayı pek tercih etmediklerini görüyorum. Samimiyeti burada ‘konuşmamak’ temelli düşünebiliriz. Çünkü söylediğin şeyler, sanki başka bir şeye işaret etmek zorundaymış gibi bir algı oluşuyor. Halbuki sen kendinle ilgili bir şey söylüyorsun belki de. Sen bireysel bir şey söylerken bile, sanki o daha büyük bir çerçeveye oturmalıymış gibi bir beklenti var. Her şey çarpıtılmaya, manipüle edilmeye çok müsait. Bu yüzden samimiyet sessizlikte ortaya çıkıyor.
‘Diyarbakır’da herkesin çok sert hikâyeleri olduğunu gördüm’
Diyarbakır nasıldı? Hangi beklentilerle veya önyargılarla gittiniz, neler yaşadınız?
Hayatımda yaşadığım en muazzam deneyimlerden biriydi, beni çok şaşırttı. Herhangi bir önyargıyla gitmedim ama nasıl bir şeyle karşılaşacağımı hiç bilmiyordum. Buradan gördüğüm Diyarbakır’la orada yaşadığım Diyarbakır arasında elbette bir fark vardı. Diyarbakır gerçekten dolu bir şehir, bunu hissediyorsun. Kendi görüşüm doğrultusunda kafamda bir Diyarbakır vardı. Bilgi Üniversitesi’nde okudum, Uluslararası Af Örgütü’nde ve Greenpeace’te çalıştım. hukuk öğrencisiyim, politik konularla hep ilgili oldum. Diyarbakır Cezaevi’ne, 1980’lere 90’lara dair az çok bilgim vardı. Ailemin de politik olmasının bunda etkisi büyük tabii.
Diyarbakır’da herkesin çok sert hikâyeleri olduğunu gördüm. Kendimi uzak hissettim; sanki orada istediğim her şeyi yapabilirmişim ve bundan kimsenin haberi olmazmış gibi geldi. İnsanlar çok canayakın, çok sevecenken bazı noktalarda çok keskin olabiliyor. Orada yaşadığım o aksiyon çok hoşuma gitmişti. Burada Gezi’de, 1 Mayıs’ta yaşananlar orada çok sıradan geliyor insanlara. Alışmışlar zaten, ertesi gün işlerine gitmeye devam ediyorlar.