Yönetmenliğini Zafer Özgentürk’ün yaptığı belgesel ‘Süveydiye’nin Çiçekleri’, Hatay’ın Samandağ ilçesinde yaşayan farklı gruplardan insanların yaşam deneyimlerine odaklanıyor.
Samandağ ilçesinin eski adı olan Süveydiye, Türkçede ‘karanlık yer’ anlamına geliyor. Süveydiye yöresinde yüzyıllardır bir arada yaşayan Arap, Ermeni, Türk, Kürt (Müslüman, Alevi, Sünni, Hıristiyan, Ortodoks, Katolik) gruplar ise, başka yörelere nazaran, birlikte kurmayı başardıkları ortak yaşamla, aslında Anadolu’nun aydınlık tarafını temsil ediyor. “Belgeselimizde farklı milliyetlerden insanların birbiriyle iletişimini irdeliyoruz” diyen Özgentürk, yola “kimsenin milliyetinden dilinden ve kültüründen dolayı aşağılanmadığı bir dünya özlemiyle” çıkmış.
‘Süveydiye’nin Çiçekleri’ ilk uzun metrajlı belgesel filminiz. Sizi tanıyabilir miyiz?
Ayakkabı ustası bir baba ve ev emekçisi bir annenin en küçük çocuğu olarak, Adana’da doğdum. Sinema ile uğraştım, tiyatro rejisörlüğü, dergi editörlüğü yaptım. Kısa bir müzik geçmişim de var. Kısacası, kendimi sanatla ifade etmeyi seviyorum. Adanalıyım ve İstanbul odaklı sanat üretimine karşılık, daha iyi bildiğim, içinden geldiğim, güney yörelerimizi anlatan çalışmalar ortaya koymaya çalışıyorum.
Adanalısınız ama Süveydiye yani Samandağ üzerine bir film çektiniz. Bu fikir nasıl ortaya çıktı?
Özellikle askerde farklı milliyetlerden insanlarla temas kurma fırsatım oldu. Askerden hemen sonra, kardeşimle Süveydiye’ye bir gezi yapmaya karar verdim. Çok sevdim ve zaman içinde değişik bir bağ kurdum bu şehirle. İnsanlarla tanışmaya başladım. Onlardan dinlediklerimle, bir azınlığın temsilcisi olarak kendi kişisel deneyimlerimi birleştirince, bu belgesel fikri ortaya çıktı.
‘Süveydiye’nin Çiçekleri’, adını Samandağ yöresinin, hâlâ tüm etnik gruplar tarafından ortak kullanılan eski adından alıyor. Samandağ ve kısmen de Antakya’nın belli başlı azınlıklarına mikrofon uzatarak, kişisel deneyimleri temelinde, beraber yaşama fikrini, kendilerini ve komşularını anlatmalarını istedik. Sonuçta ortaya 50 dakikalık bir belgesel film çıktı.
Belgesel için kaç farklı mezhepten, kaç insanla görüşüldü?
Arap Aleviler, Ermeniler, Arap Hıristiyanlar, Kürtler, Türkler ve Hatay’da yaşayan, Türkiye dışından gelmiş toplam 35 kişiyle görüşüldü. Bu sayının, gösterimlerimize gelenlerin hikâyeleriyle artmasını istiyoruz.
Projeye başlarken zihninizde olan taslağı tam olarak gerçekleştirebildiniz mi? Olumsuz değerlendirmeler aldınız mı?
Halkların birbirini anlattığı bir hikâyeler derlemesi olarak planlamıştım bu çalışmayı, ve tam da bu şekilde oldu. Başlıca eleştiriler, Süryaniler, Lazlar, Çerkesler gibi, belgeselde temsil edilmeyen etnik grupların yokluğunu sorgular nitelikteydi. Tabii, Türkiye bir halklar mozaiği olduğu için, idealimiz bu olmasına rağmen, 50 dakikalık bir çalışmada tüm etnik ve dinî grupları temsil etmemiz, pratikte mümkün olmadı. O nedenle, Hatay’ı bir pilot bölge olarak seçip, buradaki belli başlı grupları, varlıkları oranında temsil etmeye çalıştık.
Söyleştiğiniz insanlara siz mi ulaştınız?
Evet, tek tek gidip kapılarını çaldım. Kimileri “Hayır, benim anlatacak bir hikâyem yok” dedi, kimileri ise heyecanlanıp hemen anlatmaya karar verdi. Buna rağmen, bize anlatılmayan onlarca hikâye olduğuna inanıyorum. Her toplumsal grup ezildiğini söylüyor ama çoğunluk oldukları yerde aynı şeyi bir başka halk için uyguluyorlar.
Türkiye’nin tek Ermeni köyü olan Vakıflı’daki çekimler nasıl geçti?
Çekimlere başladığımda epey çekingenlik vardı. Doğal bir hal bu aslında, çünkü bir azınlık psikolojisiyle karşı karşıyayız. Vakıflı’daki insanlarda da bir çekimserlik vardı. “Adımız geçmesin” şeklinde talepleri oldu. Zaten bana göre de, isimlerin ekrana verilmesi çok faşizan bir yaklaşım. Bir yandan kategorize, bir yandan da deşifre ediyorsun. Özellikle ayrımcılığa karşı çıkan bir belgeselin, bu çeşit bir ayrımcılık yapması bana pek uygun gelmedi.
Filmde gençlerin deneyimlerine de yer verdiniz mi?
Evet, üniversitelerde okuyan arkadaşlarımıza da yer verdik. Bu arkadaşlar kendi yaşam alanlarında mutlular ama dışarı çıktıklarında hayatın acı yanlarıyla karşılaşıyorlar. Mesela bir kadın arkadaşa, üniversitedeki edebiyat hocası, dört yıl boyunca derse her girdiğinde zorla İstiklal Marşı’nı okutmuş. Buna belgeselimizde yer verdik. Aslında yaşı çok önemsemedik, bizim için hikâyeler belirleyici oldu.
Üzerinden 100 yıl geçen ama bıraktığı acı izi hâlâ taze olan Ermeni Soykırımı gibi trajedilerimiz var. Devletin asimilasyon ve inkâr politikaları sürüyor. Bunların ışığında, geleceği nasıl okuyorsunuz? Endişelenmeli miyiz sizce?
İnkâr politikaları ve tarihi ters yüz etmek zaten devletin resmi politikası. İnkâra maruz kalan toplumların bu nankörlüğe ve haksızlığa karşı onurlu duruşları devam ettikçe, bir yerde umutluyum. Kimliğe, tarihsel mirasa ve ortak hafızaya sahip çıkma, devletin resmî otoritesine rağmen devam ettiği için çok mutluyum. Halklar birbirinin acısına ve haksızlığa uğramışlığına sahip çıktığı oranda, kaygımız azalıyor. Bu noktada Agos özellikle çok önemli bir noktada duruyor. Sadece Ermenilerin değil, belgeselimizin katılımcılarından birinin de bahsettiği üzere, tüm halkların uğradığı kültürel önyargılara, asimilasyona, haksızlıklara ve acılara sahip çıkıyor.
Sizin de asimile olmaya yüz tutmuş bir yanınız olduğunu biliyoruz. Projeye kendinizden kattığınız bir şeyler oldu mu?
Bu zaten yaşadığım için tespit edebildiğim bir sorun oldu. O anlamda, sorunu ortadan kaldırmak için işe koyuldum. Bir Arap Alevi olarak yaşadığım bazı sorunları diğer halkların da yaşadığını görüp, buradan yola çıktım. Ben de her azınlık mensubu gibi, hayatımın çeşitli evrelerinde, çeşitli ayrımcılıklara maruz kaldım. Benzer deneyimleri bir belgesel çatısı altında toplamak, halk kültüründeki bu ayrımcılık ve gericilik nüvelerini gün yüzüne çıkararak, bunlarla hesaplaşarak, halkların gerçek kardeşliğine ufak da olsa bir katkı sağlamak istedim.