Aşağı yukarı bir buçuk senedir, özünde halkların eşitliği ve kimliklerin muhafazası sorunu olan Kürt meselesinin bir çözüme kavuşturulması için değerli bir zaman diliminden geçiyoruz. Çatışmaların ve ölümlerin olmaması çok çok önemli, çünkü onların olduğu yerde başka bir şey konuşmak, haliyle mümkün olamıyor.
Çatışmasızlık, çözümün ilk şartı ama maalesef yeter şartı değil. Mesela, sürecin sağlıklı biçimde ilerleyebilmesi için belli bir şeffaflık olmalı. Konuşulan her şeyin konuşulduğu anda kamuoyuna yansımasının sakıncalı olduğu söylenebilir ama esasa dair değilse bile, sürecin nasıl yürütüleceğine dair usulün hemfikir olunan temel noktaları biz fanilerle de paylaşılırsa kamuoyu anlaşmazlık noktalarında hakemlik yapabilir. Örneğin taraflar, süreç boyunca ne yapıp ne yapmayacakları konusuda bir tür centilmenlik anlaşması yaptılar mı? Sürecin başında, ‘güven artırıcı önlemler’ olarak bunları konuştular mı? Bu çerçevede, örneğin, süreç için –hiç de sürpriz olmayan bir şekilde– ciddi bir risk haline gelen ‘kalekol’ yapımı, süreç başında gündeme geldi mi? Ne bileyim, mesela çözüm tartışılırken devletin kalekol yapmaması PKK’nın da dağ kadrosunu genişletmemesi gibi meseleleri usul belirlerken konuşmadılar mı? Konuşmadılarsa, bu da tuhaf değil mi?
Muhatabınızı sizin niyetleriniz konusunda şüpheye düşürecek adımlar atmanın, müzakere ve uzlaşma mantığıyla uyuşmayacağı ilkesinden yola çıkarsak, kalekol yapımının sakıncaları da anlaşılacaktır. Bazıları için çok zor, hatta ihanetle eşdeğer olsa da, bir an için bu meseleye PKK’nın açısından bakmayı deneyelim. Eldeki sorunun çözümünü görüşmek üzere alandaki fiziksel varlığınızdan büyük ölçüde vazgeçiyorsunuz ama muhatabınızın, bir anlaşmazlık durumunda elinizdeki en büyük koz olan alana geri dönüşü güçleştirecek adımlar attığını görüyorsunuz; ne yaparsınız? Bu ideolojik bir soru ya da bir haklılık-haksızlık sorusu değil, basit bir strateji sorusu. PKK’nın, kalekol yapımını veya tahkimini engelleme gayretinde şaşıracak bir durum yok. Tabii bir de, bu kalekolların (eski adıyla karakolların) bölge halkı için ifade ettiği anlamlar var. Artık duymayan kaldı mı bilmem ama bunlar bölge halkı için işkence demek, ölüm demek, kayıplar demek, kısacası kâbus demek. Dolayısıyla, onların da kalekolların yapımına karşı çıkmasında şaşılacak bir durum yok. Devlet ricalinin, bu kalekolların güvenlik (kimin güvenliği, gene devletin mi?) ve uyuşturucu kaçakçılığıyla mücadele amacıyla yapıldığı şeklindeki sözleri de, kalplerde ve zihinlerde karşılığını bulmuyor, çünkü devlete böyle bir güven yok. Sen çözüm sürecini dönüşü olmayan bir noktaya getirir, niyetlerinde samimi olduğuna, geçmişin tekerrür etmeyeceğine o halkı inandırabilirsen, kalekollar da bu kadar rahatsızlık yaratmaz.
Nitekim, kalekol gerilimi tırmandı ve bunu protesto eden iki kişinin ölümüyle sonuçlandı; acı ama bildik bir tablo. Olumlu manada alışıldık olmayan ise, bu ölümler üzerine, savcılığın soruşturmayı derinleştirmek maksadıyla askerlerin silahlarına el koyması oldu. Acaba bu sefer bir farklılık olur da sorumlular cezalandırılır mı derken, bayrak indirme hadisesi patladı. Aslında askerler bayrak direğine tırmananı vurmayarak, olumlu manada alışılmadık başka bir işe daha imza attılar. (Nasıl bilmiyorum ama, o komutana mutlaka sahip çıkmak gerekiyor, çünkü onun maruz kaldığı/kalacağı muamele yüzünden bir dahaki sefere benzer bir durumda ‘vur’ emri vermeyecek komutanı zor buluruz). Ama siyasetçilerimiz, maşallah çok cevval! Başta Başbakan olmak üzere, o kişinin oracıkta “indirilmesi” gerektiğini en hamasi laflarla, bağır bağır bağırdılar. Barışın toplumsal zemininin zaten çok kırılgan ve kaygan olduğu, farklı kesimlerin birbirlerine karşı nefret dolu olduğu Türkiye gibi bir ülkede, bir de siyasetçiler yukarıdan bir nefret dili kurar ve yayarsa, barış nasıl gelecek?
Ayrıca bu söylemler, milliyetçiliğin bildik çelişkileriyle dolu. Başbakan hem “Gerilim tuzağına düşmeyeceğiz” diyor, hem de o kişinin vurulması gerektiğini ima ediyor. E, vurulsaydı asıl o zaman gerilim tuzağına düşülmüş olunmayacak mıydı? “Bu oraya ölmesi için gönderilmiş bir piyondur” diyen Başbakan’ın, o kişiyi öldürmeyerek bu oyunu boşa çıkaran askerleri ödüllendirmesi, en azından cezalandırmaması gerekmiyor mu o halde? Bahçeli daha sert olduğu için çelişkisi de daha keskin. Bu işi yapanlara “bayraksız” diye hakaret ediyor. Peki o zaman, onlar ‘bayrak sahibi’ olmaya çalıştıklarında niye kabahatli oluyorlar?
Kendi adıma, var olmuş ve olacak bütün bayraklardan korkarım, çünkü bayrak denen kumaşların kan emme potansiyeli sonsuzdur, kurbana doymazlar. Ülkedeki genel milliyetçilik dozunu düşürmeden, bunun bir gereği olarak da, insanca yaşam hedefini bütün bayrakların önüne koymadan, bize huzur yok.