Çandar: PKK fesholduğunda çözüm sürecine gelinir

Uzun yıllar Ortadoğu ve Kürtler konusunda çalışan, 93'te PKK'nin ilk ateşkes ilan etmesinde rol oynayan gazeteci ve DEM Parti vekili Cengiz Çandar, PKK lideri Abdullah Öcalan'ın mektubunu ve süreci yorumladı.

Gazeteci ve DEM Parti Diyarbakır Milletvekili Cengiz Çandar, Bahçeli’nin girişimiyle İmralı’da başlayan görüşmelerin bir çözüm süreci olarak nitelendirilemeyeceğini, sadece bir "süreç" olduğunu, ortada bir pazarlığın, hatta bir diyaloğun olmadığını belirtiyor. Çandar’a göre ancak PKK kendini feshettiğinde sıra çözüm sürecine gelebilir. 1993’te dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal ile Kürdistan Yurtseverler Birliği Celal Talabani arasında PKK’nin ateşkes ilan etmesini sağlayan trafikte yer alan Çandar, bugünkü durumun tamamen farklı olduğuna işaret ediyor.

Çandar’a göre Öcalan’ın çağrısı Suriye’yi kapsamıyor. Çandar, Türkiye, Heyet Tahrir el-Şam’a (HTŞ) kol kanat gerdiği gibi Suriye Demokratik Güçleri’ne (SDG) el uzattığı takdirde kendi güvenliğini sağlama almış ve İsrail’le ilgili kaygılardan kurtulmuş olacağını ifade ediyor.

Onlarca yıla yayılan gazetecilik kariyerinden sonra siyasete atılan Çandar ile PKK’nin feshi, HDK’ye dönük operasyonlar, Erdoğan ve Bahçeli arasındaki nüanslar, genel af, 1993 ateşkesi, Suriye’de SDG’nin durumu ve Rojava’nın geleceği hakkında konuştuk.  

“Öcalan’ın metni bazı çevrelerde şaşkınlık ve hayâl kırıklığı yaşattı”

Bir yandan ‘çözüm süreci’ diyoruz, iktidarla müzakere masasından söz ediyoruz ve Abdullah Öcalan’ın çağrısı gibi somut adımları konuşuyoruz. Diğer yandan HDK’ye, Kürtlere, sol-sosyalist kesimlere, siyasetçilere, gazetecilere yönelik operasyonlar devam ediyor. Kayyım atamaları hakeza. Bu kadar insan hapisteyken, örgüt üyeliği, örgüt propagandası gibi suç isnatlarıyla yargılanırken bu süreç samimi geliyor mu? 

Öncelikle bu bir “çözüm süreci” değil. Öcalan’a 4 yıla yakın bir süre sıkı bir tecrit uygulanması, tecridin kalması ve çözüm sürecinin yeniden canlanması taleplerini yükseliyordu. Devlet Bahçeli’nin inisiyatifiyle Öcalan ile temas başlayınca sanki çözüm süreci yeniden başlıyor, 2013-2015 dönemi canlanıyor gibi algılandı. Oysa bu kez yaşanan bu değil. İktidar sahipleri de defalarca ‘2013-2015 dönemi başarısız oldu ve bir daha yaşanmayacak’ diyerek bunun altını çizdi. 

İkinci olarak söylenen ise bunun bir diyalog olmadığı. Bu bir diyalog değil, müzakere değil ve burada bir pazarlık yok. Hâl böyle olunca buna çözüm süreci adını vermenin bir anlamı yok. 2013-2015 formatında bir şey olacağı beklentisine girmek de doğru değil. 


Tam da bu nedenle Öcalan’ın 27 Şubat tarihli metni bazı çevrelerde şaşkınlık ve hayâl kırıklığı yarattı. Oysa bu durum çözüm süreci olmayan, yine de tırnak içinde “süreç” diyebileceğimiz, gelişmelerin başlangıcına gayet uygun bir durum. Burada baştan beri söz konusu olan PKK’nin silah bırakması ve kendini feshetmesiydi. Öcalan çağrıda bulundu ve 27 Şubat’ta bunun niye böyle olması gerektiğini çok çarpıcı ve net bir şekilde açıkladı, ki daha bu da henüz gerçekleşmiş değil, gerçekleşme aşamasındayız. İnsanların kafasında çözüm sürecine dair ne varsa, çözüm sürecinden kastedilen ne ise bunu çağrının yerine getirilmesinin ardından görme ihtimalimiz var. Çözüm süreci olacaktır demiyorum, bunun ihtimali var diyorum. Bu da PKK’nin feshi ve Türkiye’de silahlı mücadelenin sona ermesinin ilanıyla olabilecek bir şey. 

Dolayısıyla bu noktaya gelirken zaten otoriter, faşizan ve katı milliyetçi olan bu iktidarın sözünü ettiğin çevrelere yönelik girişimleri kendi tabiatına uygun. O nedenle ikisi birlikte olabiliyor, oldu da. Tüm bunlar olurken Bahçeli kalktı DEM yönetiminin elini sıktı. Arkasından 22 Ekim’de o ünlü konuşmasını yapabildi. Türk-Kürt kardeşliğinden söz eder oldu. DEM Partililerin İmralı ziyaretleri başladı. Partiler ile DEM Partililer arasında bugüne kadar hiç görülmemiş bir temas trafiği oldu. Bütün bunlar kayyım atamaları, HDK tutuklamaları, sol-sosyalist çevrelere karşı baskılar cereyan ederken gerçekleşti. Bütün bunlar yapılırken Öcalan da bu çağrıyı yayınladı. Bu uygulama Türkiye’de bizim alışageldiğimiz bir şey değil ama böyle bir siyaset var ve oluyor.

Öcalan çağrısında sürekli olarak demokratik toplum ve buna uygun hukuk düzeni vurgusunu yapıyor. Çağrı sadece PKK’nin feshi ve silah bırakılmasından söz etmiyor. Bunun anlamlı olabilmesi hukuki uygulamalar, demokratik toplum ve demokratikleşme adımlarıyla mümkün. O adımlar da bu işaret ettiğin noktaların olmaması demek. 

“Erdoğan’ın ‘Kürtlerin ihanetine uğrama’ takıntısı var” 

MHP ile AKP arasında sorunun çözümüne dair ne tür farklılıklar var? Bahçeli’nin önceliğinin Türkiye ve iç cepheyi güçlendirmek olduğu, Erdoğan’ın ise bunu seçim yatırımına çevirmek istediği, bu yüzden anayasa değişikliği ile Kürtleri yanına çekmeyi düşündüğü, Bahçeli’nin ise buna karşı çıktığı söyleniyor. Nasıl yorumlarsınız?

Birisi AKP birisi MHP. İki farklı parti, aralarında farklılıklar var. Burada da en azından dile yansıyan farklılıklar görüyoruz. Bahçeli’nin dili çok daha titiz, dikkatli. Erdoğan’ın dili daha haşin. O da tam da senin soruda altını çizdiğin hususlardan kaynaklı. MHP’nin bir seçim endişesi yok. MHP devletin özellikle güvenlik bürokrasisi ve yargısında önemli pozisyonda konumlanmış bir parti. Devlette çok önemli bir yeri tutuyor.

AKP’nin ise iktidarını sürdürme kaygısı var. Bugüne kadar hiç seçim kaybetmedi ve seçimi kaybederse başına geleceklerin korkusu içinde. Doğru veya yanlış, Erdoğan’ın 2013-2015 sürecinde oy kaybettiği ve iktidarının tehlikeye girdiğine ilişkin bir saplantısı var. 7 Haziran seçimlerini unutmadığı, “Kürtlerin ihanetine uğradığı” gibi takıntıları var. Erdoğan’ın diline, tavrına, görüntülerine de yansıyor bu..


Dolayısıyla bu farklılıklar AKP ve MHP’nin iç politikaya dönük önceliklerinden kaynaklı. Ama birbirlerinden habersiz, koordinasyonun olmadığı bir halde bu işin yürütüldüğü kanısında değilim. Son dönemde dikkat ederseniz Erdoğan da daha sık olarak Bahçeli’nin başlattığı girişimleri arkaladığını tekrarlıyor. Sonuçları kendi lehine olursa Erdoğan ‘Biz başından beri bu işin içindeydik’ diyecek. Eğer sonuç vermezse de şimdiye kadar aldığı tavra arkasını yaslayarak ‘Biz zaten mesafeli yaklaşıyorduk’ diyebilecek. 

Anayasa değişikliği ve seçim hesabının CHP’nin her şeyi Erdoğan üzerinden okuma refleksiyle ilgili olduğu kanısındayım ben. Adı konmamış bu süreç meyvelerini verirse bundan Erdoğan’ın yararlanma ihtimali kuvvetli. Ancak bu süreç sırf bunun için başlamış değil. Her şeyi Erdoğan üzerinden okuyarak bir sonuca varmak bizi yanıltır.

Öcalan’ın mektubu SDG ve Rojava için ne ifade ediyor? 

En çok tartışılan bir başka konu da Öcalan’ın çağrısı Suriye’yi kapsayıp kapsamadığı… Mazlum Abdi çağrının doğrudan kendilerine olmadığını söylüyor ama Türkiye’nin Suriye’yi dahil etmediği bir pazarlık sürecinin işlemesine inanmak da zor. ABD, SDG’nin Suriye’deki garantörü konumunda. Kürtlerin İsrail’le ittifakı tartışmaları da gündemde. İktidar Öcalan’ın Suriye hesabı ile SDG’nin geleceğine dair neler söyleyebilirsiniz? 

Bu tartışma niye çıkıyor ben bunu anlamakta zorlanıyorum. Bütün bu sorular, bu sorulara verilecek cevaplar ve bu konudaki tartışmalara referans teşkil edecek olan bir metin var elimizde: 27 Şubat tarihli Abdullah Öcalan çağrısı. Bu çağrı içinde tek bir yerde Suriye, YPG ya da SDG sözcükleri geçmiyor. İma da edilmiyor. 

Bu tartışmaları alevlendiren Sırrı Süreyya Önder’in Habertürk’teki programda söyledikleri oldu. Sanırım muhatabı Sırrı Süreyya’nın meramını pek iyi anlamadı. Olmayan bir şeyin tartışılmasının bir manası yok... PKK 24 saat içinde ‘Biz çağrıya uyacağız ve kongre toplayacağız, silahları bırakacağız, kendimizi feshedeceğiz’ diyerek çağrıya cevap verdi, değil mi? Mazlum Abdi de yanıt verdi, hatta PKK’den önce açıklama yaptı. Bu çağrıdaki hususları desteklediklerini ama çağrının Suriye ile ilgili olmadığını söyledi. Eğer çağrı PKK’nin silah bırakmasını ifade ediyorsa PKK bırakacağız diyor.

Varsayalım ki Öcalan bu çağrısında YPG’yi de kastediyor. YPG’nin silahını bıraktıracak olan kim? Mazlum Abdi… O diyor ki bizi kapsamıyor. Daha bunu tartışmanın bir alemi var mı? Kapsamadığı besbelli. Kaldı ki ben bir DEM Parti milletvekili olarak 7 kişilik heyetin İmralı’da Öcalan ile Suriye konusunda neler konuştuğunu bilme konumunda olan birisiyim. Bu bize açıklandı. Giden 7 kişi ile Öcalan arasında Suriye konusu konuşulduğu vakitte YPG’yi kapsadığına dair hiçbir diyalog unsuru yok. 



Mektubun federasyon ve idari özerklik çözümlerini reddetmesi durumundan dolayı soruyorum aslında, bu Rojava için ne anlama geliyor diye. Öcalan bir önceki çözüm sürecinde görüşmeler devam ederken Rojava için “kırmızı çizgimdir” diyordu. İmralı görüşmelerinde bu koşullar esnedi mi? Aynı mı kaldı? 

Şimdi Suriye’de yeni bir durum var tabii. Öcalan bu cümleyi bugün söylemedi. Ama Suriye’nin bir Arap cumhuriyeti olmasına, silahların herhangi bir kazanım elde edilmeden Şam’da oturan yöneticilere teslim edilmesine şiddetle karşı, bunu rahatlıkla söyleyebilirim. Ama netice olarak bunun Suriye’de çözülmesi gerektiğini söylüyor. Suriye Kürtlerinin Suriye’de yönetime talip olabilecek bir ilişki ve konumda olmalarını gerekli görüyor. Ayrıntısına girmiyor. O yüzden özerklik ve federasyonu tartışmak doğmamış çocuğa don biçme tartışmasıdır şu an.

Öcalan gerçekçi birisi ve bu gibi tartışmaların içinde yer almıyor an itibarıyla. Rojava’nın kırmızı çizgi olduğunu söylediği zamanki Suriye ve Türkiye ile bugünkü koşullar farklı tarih dilimlerindeler. Buradan sonuç çıkarmaya çalışmak anlamsız. Bir de şunu söyleyeyim, Türkiye’de Suriye dendiği zaman Şam yönetimi ve Rojava’dan başka hiçbir unsur yokmuş gibi konuşuluyor. Oysa Öcalan 27 Şubat mektubunu yayınladığı sırada Dürziler kendiliğinden özerklik ilan ettiler. Kıyı hattında, Lazkiye, Tartus ve kırsalında Alevi katliamlarına tanık oluyoruz. Sadece son bir hafta içinde olup bitenlere baktığımızda bile Suriye’de yepyeni durumların oluşuğunu görüyoruz. Ne olacağı bilinmeyen bir denklem şu anda Suriye.

Türkiye’nin politikası Suriye Kürtlerini inadına İsrail’e itiyor

Bu denkleme İsrail’i katabiliriz. İsrail’in Kürtler lehine araya girmeye çalışması, Türkiye’nin SDG ve Suriye siyasetini nasıl etkiler?

Türkiye benim ölçülerime göre baştan beri yanlış bir siyaset izliyor bu konuda. Bunu mecliste de dile getirdim. Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın “Suriye Arap Cumhuriyeti olacaktır” sözüne çok net bir şekilde karşı çıktım. Hakan Fidan Baas Partisi mensubu değil, Hakan Fidan Suriyeli değil, Arap değil, niye Suriye Arap Cumhuriyeti olsun dedim. Tabii Türkiye’nin Şam’daki iktidar mevkiinde oturmuş olan HTŞ’yi arkaladığı ve ona sponsor olduğu açık. Aynı şekilde Kürtlere de eğilmesi gerekir… Aksine Fidan 6 Mart’ta Financial Times’a verdiği röportajda Rojava’daki yönetimi sadece PKK ile izah edip Suriye Kürtleri ile PKK arasında kesin bir bağlantıyı kurarak Suriyeli Kürtlerden Türkiye’nin yeminli düşmanları olarak söz ediyor. Suriyeli Kürtlerden Türkiye’nin düşmanı olarak bahsetmek hatadır. Şimdiye kadar Türkiye’ye ne SDG ne YPG’den bir saldırı yöneldi. YPG’nin kuruluşunda, SDG’nin var oluşunda, PYD’nin doğuşunda PKK’nin rolü elbette var ama bu Türkiye’ye yönelik değil. SDG de YPG de Suriye denkleminin içindeki bir hadisedir. Durum Suriye’deki iç savaştan çıkmıştır ve oradaki gelişmelere ilişkindir. Türkiye’ye yönelik ne toprak talebi var ne Türkiye devletini hedef aldı. Namluları hiçbir zaman Türkiye’ye çevrilmedi. 

Türkiye bölgede bir güç merkezi olarak HTŞ’ye kol kanat gerdiği gibi kendi ülkesinde Kürtlerin yaşadığından hareketle SDG için de charm offensive (ağza bal çalan) bir pozisyon alsa, HTŞ-SDG ilişkisinin kurulmasında Amerikalıların, Fransızların, Irak Kürt Yönetimi’nin oynadığı rolü oynasa kendi güvenliğini çok daha sağlama almış olur. Ayrıca İsrail ile ilişkili korkularından da sıyrılmış olur.

Nereden bakarsanız bakın bu son girişimi başlatan İsrail’in bölgede İran’ı denklem dışına çıkararak kazandığı güçten hareketle Ortadoğu’daki Kürt unsurunun bir İsrail kartı haline gelmesinden duyulan kuşkudur. Bunun önünü almak için Türk-Kürt kardeşliğini yeniden canlandırıp Kürtleri İsrail’e terk etmeme gibi bir dürtüyle harekete geçildi. Fakat Türkiye’nin izlediği politika Suriye Kürtlerini inadına İsrail’e iten bir politika. Tam tersine Suriye’den çekilecekseniz ‘Onlar Türkiye’nin yeminli düşmanlarıdır’ gibi gerçekle uyuşmayan lafları bir yana bırakıp eski bir deyimle Suriye Kürtlerine müzahir olmanız ve Şam ile Suriye Kürtleri arasında beraberlik sağlayacak bir rol oynamanız gerekiyor. O zaman İsrail kaygısından büyük ölçüde sıyrılırsınız. Bir de şu var, Öcalan’ın çağrısı karşılık bulur ve Bahçeli’nin tabiriyle bin yıllık Türk-Kürt kardeşliği yeniden canlanırsa siz Suriye Kürtlerinden niye endişe edesiniz? Türkiye’de Türk-Kürt kardeşliği ile kurulacak iç barış ister istemez izdüşümünü Suriye Kürtleri üzerine de düşürecektir. 

“1993’teki ilk PKK ateşkesinde devlet siyasi çözüme hazır değildi”

Siz Özal döneminde bu sürecin aracıydınız, Talabani PKK’yi ikna etmeye çalışıyordu ve bu mesaj trafiğinde rol aldınız. 1993 ateşkesi ve o zamanki görüşmeler ile bugünü nasıl kıyaslarsınız? 

1993’ü Öcalan ve PKK çevreleri bugün geldikleri barış çağrısı noktasının ve PKK’nin dönüşümünün başlangıcı olarak çok önemsiyorlar. Öcalan’ın kafasında nihai olarak barışa gidecek, silahlı mücadeleyi sona erdirerek PKK’nin gerekliliğini ortadan kaldıracak ve Türkiye’de barışı sağlayacak gelişmelerin miladı belki bu tarih ama ben bulunduğumuz noktadan geriye bakarak ve o günleri hatırlayarak biraz daha nüanslı bir değerlendirmeye ihtiyaç olduğu düşüncesindeyim.

Mart-Nisan 1993 tarihleri Talabani üzerinden Özal’ın Öcalan’dan elde ettiği ilk PKK ateşkesiydi. Türkiye perspektifinden bakarsak o dönem Özal çok zayıf bir konumdaydı. O dönem Talabani-Özal bağlantısını ben kurmuştum. Özal da Talabani üzerinden bir girişimde bulunmuştu ve bu girişimin sonunda PKK’nin tarihteki ilk ateşkesi geldi. Ateşkesin devamında Abdullah Öcalan’ın aklında belki nihai bir barış hedefi vardı. Turgut Özal ise nihai çözüme ulaşmak için kademeli bir af çıkartılmasını düşünüyordu. Kafasındaki bu planı benimle paylaşmıştı. Bununla birlikte, Özal çok yalnızdı. Bu konuya Türk devlet sisteminde Turgut Özal’dan başka doğru dürüst eğilen hiç kimse yoktu. Yürütme gücü Süleyman Demirel hükümetiydi. Demirel, Turgut Özal ne yapsa karşıydı. O sırada Türkiye’de özellikle güvenlik politikaları üzerinde tartışmasız en büyük ağırlığa sahip olan silahlı kuvvetler, yani asker sürece çok mesafeliydi. PKK’nin toparlanmak için ateşkese başvurduğu kanısı askerde yaygındı. Yani Özal’ın dışında devlet siyasi çözüme pek istekli ve hazır görünmüyordu. O bakımdan 1993 bugünden geriye bakıldığında zaten mümkün değildi. İmkansızdı. Şimdi ise farklı, artık bunun mümkün olabileceği bir durumla yüz yüzeyiz. 

Ben açıkçası sizin geçmiş tecrübelerinizden de dolayı bu süreçte öne çıkabileceğinizi öngörüyordum. Ama heyette yer almadınız. Bu beni şaşırtmıştı.

Bu elbette gönüllülük ve istekle olmuyor. Başka mekanizmalar da devreye giriyor. Mekanizmalar beni öngörmedi öyle diyeyim. Ama tabii hem konumum hem kişiliğim itibarıyla son derece yakından ilgiliyim, o ayrı. 

Peki ya genel af? Eline silah almamış herkes için genel af konuşuluyor. Bunun doğruluğu nedir? PKK için silah bırakma koşullarının sağlandığı durumda Kandil’deki gerillanın durumu ne olacak? 

Eline silah almış olup da Türkiye’de kayda geçmemiş olan da dahil buna. Eline silah almış ama bir şey yapmamış, hakkında bir şey yok, gibi… Kandil’deki gerillanın durumu ne olacak sorusunun şu anda yanıtı yok. Çağrıda da görüldüğü gibi ‘aman bir şart olmasın, aman bir pazarlık var gibi anlaşılmasın’ diye ilgili tüm taraflar çok titiz davranıyor. Bir tarafta Öcalan diğer tarafta devlet unsurlarının ‘titizlik pazarlık değildir, müzakere değildir, gerekliliktir’ dediği bir durum var. Bunun ilk aşaması da silahların bırakılması, Türkiye’de silahlı mücadelenin sona erdirilmesi ve onun taşıyıcısı olan örgütün kendisini feshetmesi. Ancak kongre toplandıktan, silahlı mücadeleye son verildikten ve PKK’nin lağvedilmesi ilan edildikten sonra bu sorular gündeme gelebilecek. Şu an af mı çıkacak, kaç kişi bundan istifade edecek, istifade etmeyenlerin hukuki konumu ne olacak, silahların bırakıldığını kim tespit edecek, envanter ne olacak, envanteri kim teslim alacak sorularının şu anda cevabı yok. Bunları konuşanlar varsa ve bir noktaya varmışlarsa da bizler bunu bilmiyoruz en azından. 

Kategoriler

Güncel



Yazar Hakkında