“Olay sonrası Uludere’ye ilk giden ekip içindeydim. Cesetlerin görüntüsü çok sarsıcıydı ama o an sağlam durmak ve ne olduğunu anlamak mecburiyetindeydik. Bir süre olay yerini böyle bir ruh haliyle inceledik. Nasıl bir dehşetle karşı karşıya olduğumuzu parçalanmış ve başı ilerilere fırlamış atı görünce iyice anladım. Gözleri hala açıktı. O anı unutamıyorum. Onu ve ayağından sakatlanmış ama hala olay yerinde sahibini arayan atı..” (Güneydoğu’dan bir avukat)
“Çok sayıda kayıp ve faili meçhul vakasını, davasını izledim, izliyorum. Olayın içindeyken duygularınızı bastırıyorsunuz. Dehşet hikayeler içindeydim ama mesela ağlayamıyordum. Sonra rüyalarımda ağlamaya başladım. Gün içinde ağlamıyordum ama rüyamda kendimi ağlarken görüyordum.” (Veysel Vesek, Avukat, Şırnak)
“Uğur Kaymaz’ın otopsisi çok sarsıcıydı. Girmeden önce çok düşündüm, kaldırabilir miyim diye. Ama sonra şunu söyledim kendime. Bizden biri orada olmalıydı. Otopsiye bunu düşünerek girdim” (Erdal Kuzu, Avukat, Mardin)
“Çok sayıda otopsiye girdim. Ama 2000’deki Bayrampaşa baskını sonrasında girdiğim otopsi, son oldu. Artık giremiyorum..” (Gülizar Tuncer, Avukat, İstanbul)
İnsan hakları savunucuları, akademisyenler, sivil toplum kuruluşları temsilcileri geçtiğimiz hafta sonu Kuşadası/Davutlar’da Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV) ile İnsan Hakları Derneği'nin (İHD) ortaklaşa düzenlediği 12. Türkiye İnsan Hakları Hareketi Konferansı'nda biraraya geldiler. Bu yılki konferansın konusu 'Hakikatin Travması' idi. Faili meçhuller, kayıplar, bilhassa Güneydoğu’da devlet görevlilerinin işlediği suçlar ve benzeri davaları izleyen adli tıp uzmanları, hukukçular, avukatlar, insan hakları savunucuları, akademisyenler 2 gün boyunca “Hakikat”in peşinde koşarken hangi sorunlarla karşılaştıklarını paylaştılar, tartıştılar, sorunlara çözüm yolu aradılar. Ve tabii bu hakikatin peşinde koşarken yaşadıkları travmayı aşmak için neler yapabileceklerini konuştular. Yazının başındaki sözler de işte bu davalarla uğraşan avukatların yaşadıklarından sadece birkaç cümle.
Özetlersek, dert büyük. Yıllardır, yüzyıllardır Ermenileri, Kürtleri, Alevileri ve insan yerine koymadığı başka grupları eşi görülmeyen bir gaddarlıkla ezen bir devletimiz var. Öncelikle yakın tarihte, bilhassa bu yüzyılda olup bitenleri saptamaya, kayda geçirmeye çalışıyorlar. Ermenilere, Kürtlere, Dersimlilere, Süryanilere yapılanları..Bazen toprakta, kuyularda kemik/ceset/toplu mezar arıyorlar, bazen yaşlı ya da genç tanıklardan yaşanan dehşetin ayrıntıları almaya çalışıyorlar. Ve bir de daha yakın tarihimiz var. Devletin büyük bir hışımla girdiği Güneydoğu’da ya da cezaevlerinde geride bıraktığı enkazdan bir iz çıkarmaya, “kaybedilenlerin” başına ne geldiğini bulmaya, devletin gücünü kullanarak gaddarlık edenlerin suçlarını saptamaya, kayda geçirmeye, ve mümkünse bu suçları işleyenleri mahkum ettirmeye, hiç olmazsa faş etmeye çalışıyorlar. İşleri çok zor. Çünkü karşılarında bir devlet partisi var, aslında. Mesela Cemal Temizöz davasına giren avukatlar, mahkemenin Temizöz’ü ve yanındakileri bireysel hareket etmiş bir çete gibi görmesinden, bu suçların bir devlet yapısı içinde işlendiğinin gözden kaçmasından şikayetçiler. Keza bilhassa bu davada sanık haklarına “biraz fazla” riayet edildiğine, sanık Temizöz’ün duruşmalarda mağdurlara rahatlıkla hakaret ettiğine dikkat çekiyorlar. 1993-94 yılları arasında Derik Jandarma Komutanlığı yapan Musa Çitil ile ilgili davada da (ki kendisi 13 köylünün öldürülmesiyle suçlanıyor) sıkıntı yaşanıyor. Mağdur avukatları sanık Çitil’in örgütsel bir yapı içinde hareket etmeden bu suçları işlemesinin mümkün olmadığına dikkat çekiyorlar ve Çitil’in bireysel bir suçlu imiş gibi yargılanmasının mahzurlarına dikkat çekiyorlar.
Ne diyorduk, dert büyük. Karşılarında, daha doğrusu karşımızda birlikte hareket edebilen bir yapı var: devlet. Hakimler ve savcılar çoğu davada mevcut ve aslına bakılırsa hiç de yetersiz olmayan yasal düzenlemeleri mağdur olan bireyden değil devletten yana işletiyorlar. Bazı davalar kolaylıkla zaman aşımına giriyor, zaman aşımına girmemesi için “insanlığa karşı işlenmiş suç” kapsamına girebilecek, girmesi gereken davalar bazı küçük detaylar sayesinde “yırtabiliyor”. Böylece çoğu davada hakim, savcı ve sanık aslında tek bir cephede (bunu devlet partisi gibi düşünün) yer alırken, birey, tek başına, avukatıyla kala kalıyor. Dolayısıyla aslında burada avukatlara da büyük görev düşüyor. Düzelteyim, büyük bir yük biniyor demek daha doğru olur çünkü görevlerini yapıyorlar ancak hem gerçeğin, daha doğrusu “hakikatin” peşinde koşmak, davadan davaya koşturmak hem de dava dosyasının detaylarına hakim oldukları için kamuoyuna olup bitenleri anlatmak gibi ağır bir yükleri var. Bu süreçte onların en büyük yardımcıları insan hakları savunucuları.
Bu, çok yıpratıcı bir süreç. Mağdurlarla içiçe yaşamak, dosyadan dosyaya koşmak, kısa sürede çok sayıda vakaya gömülmek avukatlarda ve insan hakları savunucularında psikolojik deformasyonlar da yaratabiliyor. “İkincil travma” dediğimiz de bu zaten. Avukatlar ve insan hakları savunucuları bu karanlık dünyada ilerlerken depresyon ve benzeri ruhsal sıkıntılarla da başetmek zorunda bulabiliyorlar kendilerini. Konferansta işte bu sorunlara da çözüm yolları arandı ve bir oryantasyondan geçmeden genç insan hakları savunucularının bu dehlizlere dalmaması tavsiye edildi. Sorun yaşayanlar için de öneriler var elbette. İlk öneri, çok uzun süre benzer dosyalarla uğraşmayıp arada görev, alan değişimlerine gitmek.
Konumuza gelelim dolayısıyla, yazının sonunda. Hakikatin Travması. Sızlanmak gibi değil ama bir durum tespiti açısından şunu söyleyebiliriz herhalde. Topluma karşı öylesine gaddar davranan ve kendini iyi koruyan bir devletimiz var ki, Hakikat, mağdurlarda travma yaratmakla kalmıyor, ikinci travmalara da yol açıyor. Fakat bu elbette gerçeğin değil de hakikatin peşinde koşmaktan vazgeçileceği anlamına gelmiyor. Bilmem söylememe gerek var mı? Gerçek iktidarındır zira, hakikat ise, toplumun..