Robert kaplan, abc sitesinde yayımlanan makalesinde, Anadolu'da aynı siyasi irade tarafından uygulanmış soykırım ve katliamları sorgulamadan Çanakkale Savaşı'nı 100. yılında hatırlamanın mümkün olmadığını aktarıyor. Yazıyı, Nazım Hikmet Richard Dikbaş çevirisiyle yayımlıyoruz.
Robert kaplan, abc sitesinde yayımlanan makalesinde, Anadolu'da aynı siyasi irade tarafından uygulanmış soykırım ve katliamları sorgulamadan Çanakkale Savaşı'nı 100. yılında hatırlamanın mümkün olmadığını aktarıyor. Yazıyı, Nazım Hikmet Richard Dikbaş çevirisiyle yayımlıyoruz.
*ROBERT KAPLAN
Yüz yıl önce, Küçük Asya’nın tarihle yoğurulmuş bayırlarında Anzak (Avustralya ve Yeni Zelanda birlikleri) kuvvetleri Alman subaylar tarafından eğitilen Osmanlı İmparatorluğu kuvvetleri karşısında gerçek bir meydan savaşının ne olduğunu anlama fırsatı buldular. Bugün, yıllar geçtikçe etrafındaki mitoloji ve saygınlık da artan yıllık bir etkinlikte, Anzac’ların verdiği adla cesur “Johnny Turk” ile bronz tenli Anzac’ın paylaştığı ortak savaş geçmişi kutlanıyor.
Neden olmasın? Mükemmel savunma mevzileri arkasında iyi hazırlık yapmış Türk kuvvetleri, taktiklerini sonuç alacak şekilde kullandılar; başlarında da ileride daha da büyük başarılara, örneğin Smyra’nın [İzmir’in] yakılarak yok edilişine imza atacak profesyonel bir subay vardı – Kemal Atatürk.
Ancak bir an durup, biraz farklı bir senaryoyu değerlendirmeye çalışalım. Bu alıştırmayı yapabilmek için de tarihsel gerçekliği askıya alalım. Ya Anzac kuvvetleri, Çanakkale’de değil de, İkinci Dünya Savaşı sırasında Polonya’da herhangi bir yerde bir SS Tugayı’yla çatışmaya girmiş olsaydı? O zaman yine, yıllar sonra, artık düşmanlıklarımızı unutmuş, iki tarafın da yaşadıklarını anmak üzere buluşacak mıydık?
Çünkü Anzac kuvvetleri 25 Nisan 1915’te Gelibolu Yarımadası’nda karaya çıkmadan bir gün önce, Osmanlı İmparatorluğu’nun o zamanlar Konstantinopolis olarak bilinen başkentinde Ermeni toplumunun 625 aydın, din adamı ve önde geleni tutuklandı, sürüldü ve çoğu öldürüldü.
Bu olay, insanlık tarihinin en kanlı dönemi olan yirminci yüzyılın ilk büyük soykırımının başlangıcını işaret eden olay kabul edilir.
Ardından Osmanlı İmparatorluğu, bugün hala hayal etmesi dehşet veren bir şekilde, tamamen masum bir grup yurttaşını kitlesel bir şekilde katletti. 1918 yılında Türkiye barış talep ettiğinde, sayıları 1,5 milyona varan Ermeni katledilmiş, yerleşik insan uygarlığının başlangıcından bu yana Bereketli Hilal’de yaşamış bir insan topluluğunun nüfusu önemli ölçüde yok edilmişti.
Olanlar bununla kalmadı. Süryaniler de en az 75 bin kurban verdiler bu katliam sırasında. Bu rakam nüfuslarının dörtte üçünü oluşturuyordu, ve Süryani toplumu bugün dahi o dönemdeki nüfusuna erişebilmiş değil. Daha sonra, Küçük Asya’da Rumlar, Ninova ve Sur şehirlerinin düşüşünden bu yana bu coğrafyanın gördüğü en kanlı sahneler eşliğinde, bir daha geri dönmemek üzere kadim anayurtlarından sürüldüler. Bir de bu dönemin kanlı katliamları arasında büyük oranda kaybolan, Anadolu’daki Yahudi yerleşimlerine yönelik pogromlar vardı.
İkinci Dünya Savaşı’nda soykırım suçu işleyen düşmanlarımız olan Almanya ve Japonya ile barış yaptık (Japon ordusunun gerçekleştirdiği, ne Mançurya halkının denetimsiz katliamını, ne de Nanking Katliam ve Tecavüzlerini soykırım olarak nitelememek mümkün değildir). Bu iki ülke de saldırgan konumlarını ve (Japonlar kısmen de olsa) soykırımda oynadıkları rolü kabul ettiler. Ama yine de SS tugaylarından bize Anzac Günü geçit törenlerinde eşlik etmelerini istemek aklımızdan geçmez. Ve doğrusu da budur, böyle olmalıdır.
Ancak bu tür vicdani huzursuzluklar Türk halkıyla savaş kaynaklı bağlantılarımızı güçlendirirken aklımıza takılmıyor – ki Türkiye bugün hala Anadolu soykırımlarını planlayan, düzenleyen ve gerçekleştiren İttihat ve Terakki Partisi’nin siyasi mirasçıları tarafından yönetiliyor.
Bunun bir sebebi kasıtlı cehalet. Türkiye hükümeti resmi inkar politikasını etkin bir şekilde sürdürüyor, yurtdışındaki diplomatik personelin görevlerinden biri geniş ödenekler ayrılan dezenformasyon kampanyaları yürütmek ve aksine bir şey söyleyen olursa kamu nezdinde protesto etmek.
Soykırımın reddi, soykırım fiilinin bir devamıdır ve sürmekte olan bir insan hakları ihlali suçudur. Soykırım inkarı politikasıyla aynı dönemin ürünü olan Türk milliyetçiliği, yeniden yapılandırılmamış İkinci Dünya Savaşı-öncesi ırk temelli milliyetçiliğin son mevzii durumundadır.
İyi yönetildiğinde ve desteklendiğinde (ki durum her zaman böyle değildi) ‘Johnny Turk’ün cesur bir savaşçı olduğuna şüphe yok; ama askerleri, savaşla eşzamanlı olarak bir insan topluluğunun tamamını yok etmekle meşgul subay, lider, politikacı ve bürokratlardan ayırabilir miyiz – özellikle de aynı devlet, bir yüzyıl sonra, katliamın gerçekleştiğini bile reddederek kurbanların hatırasını lekelemeye devam ediyorsa?
Dolayısıyla Anzac ruhunu anarken, onların sadece özgürlük için savaştığını, ve soykırım suçundan kaçmak amacıyla tarihin üstünü örtmek, hatta silmek konusunda ısrarlı bir milletin bize denk kabul edebileceğimiz bir millet olmadığını hatırlayalım. Ve bu milletin silahlı kuvvetlerinin yönetimleri altındaki milyonlarca masum ve savunmasız insana 1915’in o Nisan gününden sonra yaptıklarının korkunç hakikatını aldatıcı bir şekilde inkar etmekten vazgeçene kadar da olmayacaklarını.
Öyleyse Johnny Turk eşliğinde gerçekleştirilen Anzac törenleri devam etsin – ama önce bildiğimizi ve unutmayacağımızı, ancak ve ancak suçlarını kabul ettiklerinde, şerefli düşmanlarımız, ve sonra dünya milletleri arasına girebileceklerini bildiklerinden emin olalım.
*Adli psikiyatrist ve soykırım ile tıbbi insan hakları ihlalleri üzerine yazan bir tarihçi.