İsrail-Gazze çatışmalarından dünyaya yayılan fotoğraflarda, İsrail’in attığı bombaların dağıttığı hayatları değil, sivil halkı, İsrail Devlet Başkanı’nı veya askerleri görüyoruz. Bu da akıllara hemen ‘fotoğrafçılık ve etik’ sorularını getiriyor. Fotoğrafların sivil toplum üzerindeki etkilerini, fotoğrafta gerçekçiliği ve kolektif hareketi, sokak fotoğrafçısı Taylan Bağcı ile konuştuk.
MİRAY ÖZTURAN
mirayozturan@gmail.com
-
Filistin’den kanlı fotoğraflar gelirken, İsrail’den geldiği iddia edilen görsellerde savaşın esamesi okunmuyor. Örneğin, İsrail’in Filistin’i bombaladığı bir haberin görselinde, sahilde oturan sivillerle karşılaşabiliyoruz. Bu durumu fotoğrafın temsiliyeti açısından değerlendirebilir misiniz?
Kanlı bir fotoğrafta, görüntüdeki kişiye ve onun yaşamına ait bir şey göremeyiz. Sadece o fotoğrafın altına yazılan bilgi yayılır. Örneğin, altında ‘İsrail katliamı’ yazan bir fotoğrafın İsrail’den mi, yoksa Filistin’den mi olduğuna dair kesin bir bilgimiz olmaz. Bu durumda fotoğrafı üst mertebeye çıkarmamak, onun bir propaganda aracı olduğunu bilmek gerek. Kodak firması 1800’lerde yaptığı reklamlarda “Siz deklanşöre basın, gerisini bize bırakın” diyordu. İşte bu kadar kolay...
-
Fotoğrafta ya da görüntüde kolektifleşme sivil toplumu güçlendirir mi?
1991’de, ABD’de bir siyahinin polis tarafından öldürülmesi ve olayın bir sivil tarafından küçük bir video kameraya kaydedilmesiyle büyük bir isyan hareketi başlıyor. Bu örnekten yola çıkarak, fotoğrafın sivil toplumu kesinlikle güçlendireceğini söyleyebiliriz. Burada önemli olan, bu güçlü aracın nasıl ve kim tarafından kullanıldığı. Devlet bunu propaganda için kullanırken, X şahsı da aynısını yapabiliyor. Vatandaş-muhabirlerin aldığı kayıtlar aracılığıyla, siviller de devlete karşı bir propaganda yürütebilir. Amaç sivil itaatsizlikse görüntü o yönde, bir gerçekliği gizlemekse başka bir yönde kullanılabilir.
Taylan Bağcı, fotoğrafta dijitalleşmenin, akıllı telefon gibi araçların yanı sıra sosyal medya sayesinde de hızla geliştiğini söylüyor. |
-
Fotoğraf kolektifi Magnum, II. Dünya Savaşı’nda ortaya çıktı ve o günkü ana akıma diş geçirdi. Bugün neden böyle kolektifler doğmuyor?
Magnum’a kadar, basın için çalışan fotoğrafçıların, kendi fotoğrafları üzerinde hiçbir hakkı yoktu. Fotoğrafçı negatiflerini editöre verip maaşını aldıktan sonra, bir daha görmüyordu karesini. Fotoğrafın hangi amaçla kullanıldığına dair bilgisi bile yoktu. Magnum bir ilkti ve önemli olan da buydu. 90’ların sonunda Magnum batmak üzereydi; sadece adı, marka değeri vardı. Bazı kolektifler marka olmak istemiyorlar. Bugün Magnum gibi, sendika görevinde olan bir kolektife ihtiyaç olup olmadığı da tartışılabilir. Yine de, fotoğrafın konuşulacağı kolektiflere ihtiyaç var. Birbirimizin işlerine bakmamız, onları yorumlamamız, yani birbirimizi beslememiz önemli bu noktada. Fotoğrafçının en büyük ihtiyacı budur.
-
Dijitalleşmenin fotoğraf üzerinde nasıl bir etkisi oldu?
Fotoğrafın gerçeklikle ilişkili olduğu bilinçaltımızda var. Kodlarımıza işlenmiştir bu. Benim dijital fotoğrafa şüpheli yaklaşmamın sebebi, gerçeklik hissimi zedeliyor olması. Öte yandan, dijitalleşmenin bir başka ayağı olan internet, özellikle sosyal medya, yönetilmesi zor bir mecra. Böylelikle, internete sızan her görüntü hızla yayılıyor, bunun önüne geçilemiyor. Örneğin, Ebu Garip’teki hapishaneden yayılan işkence fotoğrafları büyük tepki uyandırdı. Devletler bu durumun farkında olduğu için kendilerine bir medya ordusu kursa da, sosyal medya bu hiyerarşiyi kırabiliyor.