Filmekimi’nde izleyici ile buluşması beklenen filme izleyicinin nasıl karşılık vereceğini zaman gösterecek. Ancak bir şey kesin: Bir tabu geri dönülmez şekilde yıkıldı. Fatih Akın’ın duvara karşı attığı bu adımdan sonra yapılan herhangi bir soykırım filmi artık sadece sinemasal değeriyle konuşulacak.
EVRİM KAYA
evrimkaya@agos.com.tr
Bir Türk yönetmen, hem de Fatih Akın, hem de soykırımın yüzüncü yılına girerken soykırımı konu alan bir film yapınca, malumunuz filmin kendisi ortaya çıkmadan hararetli tartışmalar, dahası tehditler başladı. Venedik’teki basın toplantısı da ilk soruyu soran Hamburglu bir gazetecinin ‘kötülüğü anlatmak istediniz, kötülük özel hayatınızı da buldu’ yorumuyla başladı. Yönetmen sakince küçük bir gruptan söz edildiğini, tehditlere aldırmadığını söyledi. ‘Ne kadar küçüklerse o kadar yüksek sesle havlıyorlar’ diye ekledi. Yıllardır kendini her şeye hazırlamıştı. Önemli olan filmdi, ‘sanat için ölmeye’ değer dedi.
Akın’ın usta senarist Mardik Martin’i tanıtmasıyla başlayan basın konferansında gelen eleştirilerin çoğu filmin iki parçalı yapısını hedef aldı. Mardin’de başlayan hikâyenin Kuzey Amerika’ya kadar uzanması bütünlük ve inandırıcılık açısından izleyiciyi zorlamıştı. Mardik Martin hikâyenin tek bir karakterin değil pek çok farklı karakterin başından geçen gerçek bir hikâye olduğunu vurguladı. İtalyan bir gazetecinin neden Ermeni soykırımını anlatan iyi bir film yapılamadı sorusunu yanıtlayan oyuncu Simon Abkarian “Ermenilerin beklediği film buydu” dedi. “Ama tek bir film yetmez, daha çok film yapmamız gerekli” diye ekledi. Milyonlarca insanın hayatını etkileyen bir suç tek bir filme sığamazdı.
Bir varmış, bir yokmuş...
Ermeni soykırımına dair bugüne kadar çekilmiş en cesur sahnelerden birkaçını içeren film, etkileyici bir görselliğe sahip. Akın’ın favori müzisyeni Alexander Hacke’nin bir Ermeni ninnisinden heavy metal tonlarına uyarladığı müzik de insanın aklına kazınıyor. Bir Türk ya da Ermeni için, soykırımda aldığı bıçak yarasına rağmen hayatta kalan ve kayıp kızlarının peşinden kıtalar arası bir yolculuğa çıkan Mardinli demirci Nazaret Usta’nın hikâyesini izlerken gözyaşlarına hakim olmak hiç kolay değil. Nazar Usta’nın ya da boğazına o kör bıçağı dayayanların torunları olan bizler için ‘The Cut’ bir film değil, bir bıçak yarası. Ancak basına yansıdığı üzere yabancı izleyici, ve uluslararası eleştirmenler filmin senaryosunu zayıf, diyaloglarını inandırıcılıktan yoksun buldu. Haklılar. ‘Bir Varmış, Bir Yokmuş’ yazısıyla ve Osmanlı İmparatorluğu haritasıyla başlayan film, soykırıma giden koşullara hiç girmeden, yine bilgilendirici bir yazı ile Birinci Dünya Savaşı’nda yenilen Osmanlı’nın bir gecede azınlıkları düşman ilân ettiğini açıklıyor. İdealize bir aile hayatı ile resmedilen Nazaret’in askere alınma adı altında acımasız koşullarda zorla çalıştırılmasıyla açılıp, hapishanelerden Ermenileri katletmeleri için salıverildikleri anlaşılan bir grubun elinde ölümle yüz yüze gelmesiyle devam ediyor. Türk bir hırsızın vicdanına kulak vermesiyle hayatta kalan, ancak sesini kaybeden Nazaret, ailesini bulma umuduyla Resulayn’daki ölüm kampına, Halep’e, hatta Küba’ya uzanan uzun bir yolculuğa çıkıyor.
Tehcir dedikleri
Alin Taşçıyan’ın yazdığı gibi, filmin belki de en büyük başarısı soykırım sözcüğüne itiraz edenlerin kimi zaman sanki biraz konforsuz şartları olan bir tür geziymiş gibi rahatça kullandıkları tehcir sözcüğünün ne anlama geldiğini elle tutulur bir şekilde izleyicinin yüzüne çarpıyor olması. Fatih Akın bir açıdan gerçeği göstermekten hiç kaçmıyor. Ancak ısrarla vurguladığı gibi, bu filmin olabildiğince büyük kalabalıklar tarafından izlenmesini umduğundan olacak, o gerçeği mümkün olan en basit hale indirgeyerek anlatmayı seçmiş: Bir varmış, bir yokmuş, uzak bir ülkede güzeller güzeli bir karısı ve melek yüzlü iki kızı olan bir demirci yaşarmış. Bir gece evini basan kötü adamlar demirciyi dilsiz bırakmış, karısını öldürüp çocuklarını uzak yollara salmışlar. Ancak kötülerin arasında da iyiler varmış ve demirci kendisine doğrultulan bıçağa bıçakla karşılık verilsin istemezmiş.
Akın’ın filmin neden böyle başladığına dair önemli bir yanıtı var: “Türkler de Ermeniler de masallarına benzer bir kalıpla başlarlar” diyor. Israrla Türk olsun, Ermeni olsun, izleyenlerin politikanın karmaşasından uzakta özdeşleşecekleri bir kahraman yaratmak istediğini anlatıyor. Bu yüzden ninniler, bu yüzden bir kovboyun yalnızlığı... Fatih Akın sert bir masal anlatıyor.
Tabu yıkıldı
İzleyicinin nasıl karşılık vereceğini zaman gösterecek. Şimdilik aldığımız duyumlara göre filmin Türkiyeli izleyici ile Filmekimi’nde buluşması planlanıyor. Bir dost eleştirisi: bana göre daha az masalsı, daha derinlikli karakterler içeren bir senaryoyla daha büyük bir etki mümkün olabilir, sanat için ölmeye değer diyen bir yönetmen olan Akın gösterdiği politik cesareti sinemasal olarak da gösterebilirdi. Ancak bir şey kesin: Bir tabu geri dönülmez şekilde yıkıldı. Fatih Akın’ın duvara karşı attığı bu adımdan sonra yapılan herhangi bir soykırım filmi artık sadece sinemasal değeriyle konuşulacak.
Hem belki de masallara inanmak gerekiyor: Bir Türk ve bir Ermeni o karanlık geceden yüz yıl sonra el ele verip o gecenin hikâyesini birlikte anlatıyorlarsa belki de mutlu sonla biten sert bir masaldır hayat...