14. !f Uluslararası Bağımsız Film Festivali’nin uluslararası ‘Aşk & Başka Bi’ Dünya Yarışması’nın üç jürisinden biri olan Kanadalı oyuncu Arsinée Khanjiyan'la Türkleri, Ermenileri, Türkiye’yi ve diasporayı konuştuk.
14. !f Uluslararası Bağımsız Film Festivali’nin uluslararası ‘Aşk & Başka Bi’ Dünya Yarışması’nın jürisinde bu yıl üç isim var; yapımcı Marie Olesen, sosyolog yazar Pınar Selek ve Kanadalı oyuncu Arsinée Khanjiyan. Uçaktan indiği günün sabahında, çok dar bir zaman aralığında buluşuyoruz Khanjiyan’la çünkü görüşmemizden sonra değerlendirmesi gereken filmleri izleyecek. Pınar Selek de aynı filmleri uzaklarda bir yerlerde izliyor. Türkiye’ye her gelişinde ilk başta gergin olduğu söylenen Khanjiyan’a ilk sorum bu kez nasıl hissettiği oluyor. Yine yoğun bir şeyler hissettiğini ama hissin özünün değiştiğini anlatıyor. Buradan yola çıkarak, bu hissin değişimine sebep olan şeyleri konuşuyoruz. Türkleri, Ermenileri, Türkiye’yi ve diasporayı… Bir zamanlar kendini istediği gibi ifade edemeyeceğini düşündüğü ülkede, Taksim’de bir otelde, zaman yettiğince söz ediyoruz her şeyden. O artık konuştuğu her şeyin yayınlanabileceğine güveniyor, ben de ona her şeyi sorup yazabileceğime… Bunlar bir an için Türkiye’de bir şeylerin değiştiği hissini verse de, akıllara Pınar Selek’in bu filmleri ancak uzaklarda bir yerlerde izleyebildiği düşüyor. Biz şimdilik Arsinée Khanjiyan’la değişen şeyleri konuşuyoruz.
Türkiye’ye her gelişinizde ilk başta gergin olduğunuz söyleniyor, bu kez de öyle mi?
Buraya gelmek her defasında çok yoğun bir his veriyor. Yıllar geçtikçe bu hissin yoğunluğu aynı kalsa da, hissin kendisi değişti. Türkiye’ye beşinci, İstanbul’a üçüncü gelişim bu. İlk gelişim planlı değildi, zaten buraya gelmek hayal edebileceğim bir şey değildi. Sıkışmış hissetmek veya kendim olamamak, kendimi istediğim gibi ifade edememek gibi sebepler yüzünden uzak duruyordum Türkiye’den. Üçüncü gelişim benim için en belirgin, en duygusal olanıydı. Anadolu Kültür’ün ‘Dağa Tırmanmak’ başlıklı sempozyumunda Fethiye Çetin’le karşı karşıya geçmiş ve Ermeniliklerimiz üzerine konuşmuştuk. Bu çok önemliydi benim için çünkü ilk defa, kendi iradesiyle Türklüğünü sorgulayan bir ‘Türk’le karşılaştım. Türkler her sabah uyanıp Türk olmanın ne demek olduğunu ve Türklüklerini sorgulama gereği görmüyor. Hâlbuki bu ülkedeki tarih, bir kez bile olsa bu sorgulamayı yapmaya sebep. Kimliği sorgulamanın, hakkında fazla bilgiye sahip olmadığımız, bilmediğimiz, tanımadığımız ‘yer’lere gitmenin rahatsız edici ve zor olduğunu biliyorum. Çoğumuz bunu yaparak güvende hissettiğimiz alandan çıkmak istemeyiz. Devletin tanımladığı Türklüğün dışına çıkmak işte böyle bir deneyim olsa bile, ben bunun yapılabildiğini gördüm.
“Soykırımın inkârı üzerine şekillenen ve kesintiye uğrayan bir tarih aktarılıyor Türkiye’de ve Türkler Ermeni Soykırımı’yla yüzleştiklerinde akılları karışıyor. Bunun çok zor bir şey olduğunu artık anlıyorum.”
İlk gelişinizden bugüne ‘Türk’ algınızda neler değişti?
Burada Türklerle birebir konuşma fırsatı buldum ve Türk toplumunun soykırım konusunda neden bu şekilde davrandığını anladım. Türklerin kendi tarihlerini bilmediklerini fark ettim. Soykırımın inkârı üzerine şekillenen ve kesintiye uğrayan bir tarih aktarılıyor Türkiye’de ve Türkler Ermeni Soykırımı’yla yüzleştiklerinde akılları karışıyor. Bunun çok zor bir şey olduğunu artık anlıyorum; ömrünüz boyunca size başka türlü anlatılan bir geçmiş hakkında suçlanıyorsunuz ve aslında bu geçmiş hakkında en ufak bir fikre sahip değilsiniz.
Diasporadan ve bir de buradan bakıldığında Türkiyeli Ermeniler nasıl gözüküyor?
Türkiye Ermenilerinden çok fazla şey bekleyemeyeceğimi öğrenerek büyüdüm. Diaspora Türkiye Ermenilerinin korku içinde olduğunu biliyor. Öyle bir korku ki bu, bizim diasporada yapabildiklerimizi onlar Türkiye’de yapamıyor, elleri kolları bağlı, baskı altındalar. Fakat, Türkiye’ye en son 2013’te, 24 Nisan Anmaları için geldiğimde, bugüne kadar üzerine bir kez bile düşünmediğim bir şeyin farkına vardım. 1915’ten bugüne yok olanların hesabını tutarken, çok önemli bir şeyi saymayı unutuyormuşuz; diaspora, Türkiyeli Ermenilerle olan temasını kaybetmiş. Mirasımızı, insanlarımızı, dilimizi, kültürümüzü ve aidiyet duygumuzu kaybetmiş olsak da, Türkiye’de kalmış, burada yaşamaya devam etmiş insanlarla olan ilişkimizi koruyabilir, devam ettirebilirdik. Halbuki Türkiye’de, Müslümanlaştırılan, Ermeni olduğunu hatırlamayanların olduğunu bildiğimiz gibi, İstanbul’da Ermeni olarak yaşamaya devam eden, “Ermeniyim” diyen insanların olduğunu da biliyorduk. Son gelişimde, İstanbul gibi kocaman bir şehirde, Türkiye’de Ermeni olmanın ne demek olduğunu anlamaya başladım. Tamamen anladım asla diyemem ama en azından anlamaya başladım.
“Diaspora, Türkiyeli Ermenilerle olan temasını kaybetmiş. Mirasımızı, insanlarımızı, dilimizi, kültürümüzü ve aidiyet duygumuzu kaybetmiş olsak da, Türkiye’de kalmış, burada yaşamaya devam etmiş insanlarla olan ilişkimizi koruyabilir, devam ettirebilirdik.”
Sizce, diasporayla Türkiyeli Ermeniler arasındaki temel fark nedir?
Bir boşluk var aramızda. Diaspora İstanbul’daki bu sessizliğe, İstanbullu Ermeniler ise bizim bu konularla neden bu kadar uğraştığımıza anlam veremiyor. Diasporada yapılanlar buradaki Ermenilerin hayatını herhangi bir şekilde etkiledi mi bilmiyorum, sanıyorum etmedi. Ama kesinlikle korku faktörünü harekete geçiriyoruz.
Peki diaspora hiç mi korkmuyor?
Diaspora, soykırımdan zar zor kurtulabilenlerin küllerinden doğdu. Bir şekilde Ortadoğu’ya ulaşabilen kadın ve çocuklar, ölenlerin ve kaybolanların küllerinden kurdu diasporayı. Korkuyu onlar aştı, artık onlar için korkmak bir şey ifade etmiyor. Onlar için artık yegane olan hayatta kalmak. Ve hayatta kalabilmek için, ne kadar güçsüz olsanız da, yapmanız gerekenleri yapabilecek gücünüz olduğuna inanmalısınız. 5 yaşında, Lübnan’daki yetimhaneye varabilen büyükbabam güçlü bir çocuk değildi. Babasının baltayla kesilmiş kafasını taşıyan bir çocuk güçlü olamaz. Ama dünya görüşümüz tam olarak şunun etrafında şekillendi; biz korkuyu aştık, hayatta kaldık, şimdi güçlü olma vaktidir dedik. Korkusuzluk diasporada nesilden nesle aktarılır, korkmak kabul edilmez bir olgudur.
“Türkiyeli Ermenilerin buradaki huzurlarını koruyabilmeleri sessiz ve ılımlı bir hayat sürmekten geçiyorsa, bizim için hayatta kalmanın, yaşamaya devam edebilmenin yolu ‘buradayız’ demekten geçiyor. Biz diasporada kaybolmak istemedik, kendimize kaybolmayı hak görmedik.”
Diasporanın bu korkusuz halleri İstanbullu Ermenileri geriyor. Diasporada yapılanların ceremesini buradakiler çekecekmiş gibi…
Evet. Fethiye Çetin’le birlikte katıldığımız sempozyumda izleyicilerden biri “Diasporada yapılanların hesabını biz burada ödüyoruz” demişti. Fazlasıyla hakarete uğramış hissettim bunu duyduğumda, özellikle Ermeni birinin bunu söylüyor oluşu kanıma dokundu. Fakat zamanla bu söylediğinin Türkiyeli Ermenilerin gerçekliği olduğunu fark ettim; çok fazla ses çıkarmamak, yaşayışlarındaki dengeyi ve uyumu sarsmamak. Diasporaya gelince, biz de ne yapmamız gerekiyorsa onu yapıyoruz. Türkiyeli Ermenilerin buradaki huzurlarını koruyabilmeleri sessiz ve ılımlı bir hayat sürmekten geçiyorsa, bizim için hayatta kalmanın, yaşamaya devam edebilmenin yolu ‘buradayız’ demekten geçiyor. Yoksa kaybolursunuz. Biz diasporada kaybolmak istemedik, kendimize kaybolmayı hak görmedik. Çünkü biz ölülerden geri kalanlarız.
Yine de böyle bir ihtimalin olması sebebiyle Türkiyeli Ermeniler adına korkmuyor musunuz?
Size şöyle bir hikâye anlatayım. ‘Ararat’ı çekmeye hazırladığımız dönemde Türk Kanada Kültür Derneği’nden (TKKD) bir mektup aldık. TKKD, Kanada’daki onlarca kültürel dernekten yalnızca biri. ‘Ararat’ projesi duyunca, bir mektup gönderip, Atom’dan filmin senaryosunu okumayı istediklerini belirtmişlerdi. Duyulmamış bir şey! Filmi fonlayan veya projede çalışanlardan biri olmadığınız sürece kimseden böyle bir şey rica edilmez. Atom ilk önce umursamadı cevap vermedi fakat onca ısrardan sonra onlarla buluşmak gerektiğini söyledim Atom’a, buluştuk. Derneğin başkanı bize, tarihe bir zarar verilmemesi açısından senaryoda ne olduğunu öğrenmelerinin çok önemli olduğunu anlattı. Atom, yönetmen olduğunu, daha önceden de film çektiğini ve bu filminde de, diğerlerinde olduğu gibi kimlik sorusuyla ilgilendiğini anlattı. Diğer filmlerinin öznelerini kırmadığı gibi, onları veya başkalarını kıracağını da düşünmediğini ve son olarak da Kanada’da ifade özgürlüğü olduğunu ve filminin herhangi bir kimsenin onayına ihtiyacı olmadığını söyledi. Senaryoyu ona vermeyeceğimizi anlayan başkan son olarak, Türkiye’de Ermenilerin olduğunu unutmamız gerektiğini ve eğer senaryoyu okuyamaz ve onaylayamazlarsa, filmin Türk halkında yaratabileceği herhangi bir kızgınlık ve gerginliğin önüne geçmenin zor olacağını ve böyle bir durumda Türkiyeli Ermenileri koruyabileceklerinden emin olamadıklarını söyledi. Düşünün, bize bu adımı atarsak Türkiyeli Ermenilerin başına bir şey geleceği söylendi. Buna karşılık biz bu kararı aldık çünkü beni kimsenin korkutmasını kabullenemem. Yaptığımız doğru muydu, yanlış mıydı, bence sorulması gereken bu değil. Biz sadece yapılmasının zorunlu olduğuna inandığımız şeyi yaptık.
Soykırımın 100. yılından sonrasını Ermeniler için nasıl görüyorsunuz?
100. yıl anmaları tarihi canlı tutmak için yapılıyor. 101. yıl geldiğinde aynı şeyleri yapmaya, çalışmaya devam edeceğiz. Türkiye’deki sivil toplumla nihayet konuşabildiğimiz bir noktaya geldik. 50 yıl önce soykırım hakkında konuşulmuyordu. Ama artık böyle değil. Özellikle de bu yüzden anmaları önemli buluyorum.
‘İkonik bir soykırım filmi arıyoruz. Bu imkânsız’
‘The Cut’ın ardından gelen eleştirilerden biri de, filmin soykırımı yeteri kadar anlatamadığıydı. Sizce Ermeni izleyici nasıl bir soykırım filmi tatmin edebilir?
Ermeni izleyicinin soykırım filmi beklentilerini tatmin edebilmek imkânsız gibi duruyor. Soykırım hakkında o kadar uzun süre sessiz kalındı ve konuşamamanın gerginliği öyle bir noktaya ulaştı ki, artık Ermeni izleyici bile sinemada ne görmek istediğini bilmiyor. Soykırım filmi her şeyi anlatsın istiyorlar ama onlar bile her şeyi bilmiyor. Spielberg bile bir Ermeni soykırımı filmi çekse bu bir ‘Schindler’s List’ olmayacak. Savaş bitiminden kısa bir süre sonra Holokost hikâyeleri anlatılmaya başlandı. Yahudiler, tarihi yansıtacak bir filme ihtiyaç duymadılar çünkü tarih hâlihazırda anlatılıyordu. Onlarda, hikâyelerinin anlatılmasına dair inanılmaz bir beklenti ve gerginlik birikmedi. Ermeniler içinse durum böyle gelişmedi. Soykırımın farklı yönlerini doğal bir süreçte anlatamadık. Ve şimdi, tüm hikâyeleri bir araya getirecek ikonik bir soykırım filmi arıyoruz. Bunu başarmak imkânsız. Ve bence Ermeni soykırımıyla ilgili film çekecek her yönetmenin de bunu hesaba katması gerekir.