Kitabı okurken aklıma sıklıkla Mezopotamya efsanesi Şahmaran, Arap kökenli Yecüc ve Mecüc, Anadolu'da adı geçen Dunganga, Gulyabani, Karakoncolos gibi inanışlar geldi. Bu varlıkların şöyle güzel öykülere, romanlara konu olduğunu hayal etmek, Anadolu mitolojisinin evrensel bir edebiyat tadıyla işlendiğini bilmek ne güzel olurdu.
BANU YILDIRAN GENÇ
Tuhaf ve iyi öykülere, romanlara az rastladığımız bugünlerde sizi İsveç kırsallarında, göllerinde dolaştırıp, sonra adı sanı belli olmayan garip dünyalara götürecek, bir an var olan sonra pof diye sırra kadem basan insanlarla tanıştıracak, mitlerin, efsanelerin bir insanın kaderini nasıl etkilediğini gösterecek bir kitap yayımlandı yaz başında.
İsveçli genç bir yazar olan Karin Tidbeck ve seçilmiş öykülerinden oluşan Zeplin adlı kitabı bana Ursula K. Le Guin'i ilk okuduğum zamanlarda hissettiklerimi anımsattı: Aynı heyecan, iyi bir şey okumanın verdiği tarifi imkânsız haz, kırsal yaşamın, sıkıntının ve eski inanışların nasıl ustaca harmanlandığını görmenin verdiği şaşkınlık.
‘Neden olmasın’
Kitabın ilk öyküsü ‘Beatrice’ şu cümleyle başlıyor: “Doktor Franz Hiller bir zepline âşık oldu.” Öykü bu farklı açılışından sonra Franz'ın Anna'yla kesişen yollarına uzanıyor. Anna da bir buhar makinesine âşıktır ve ondan hamile kalır. Öykü ilerledikçe Karin Tidbeck'in okuru içine alan güçlü anlatımı o kadar etkili olur ki, finalde yaşananlar hiç garip gelmez okura, “neden olmasın” diye omuz silkip bir sonraki öyküye yol alır.
Bütün öykülerin başlıca sorunlarından biri aslında çağımızın hastalığı olan sıkıntı ve bu sıkıntının başlıca nedenleri; günümüzde çarçabuk unutulanlar, anlık hevesler, ölümün kabullenilmesinin zorlaşması ya da herhangi bir kayıp... Tüm bu acılar yirminci yüzyıl sonu ve yirmi birinci yüzyıl başını betimlerken, Tidbeck bu sıkıntıları garip dünyalara, ilginç kurgulara yerleştiriyor. Distopik bir dünyanın ipuçlarını veren ‘Arvid Pekon Kim?’ okurun kendisini sorgulayacak sorular sormasını sağlayabiliyor örneğin. Yurttaşların belli numaralara sahip olduğu, kimin aradığının ve tüm yaşamının santral memurlarınca görülebildiği, santral memurlarının ise gelen bütün aramaları aranan kişinin sesini taklit ederek cevapladığı bir ofis hayal edin. Kimsenin özel hayatı bilinmiyor, herkesin imzalamış olduğu SY-İY adlı bir belge var: Soru Yok-İfşa Yok. Beraber çalıştığınız bir iş arkadaşınız ansızın toza dönüşse, onu unutmanız kaç saniye sürerdi?
Kitabın en etkileyici öykülerinden biri olan ‘Rengeyiği Dağı’, eski inanışların insanların yaşamını nasıl etkilediğini anlatırken, ergenlik çağında baş edilmeye çalışılan sıkıntıyı okura anımsatması ve aktarmasıyla gerçekçi sayılabilecek öyküler arasında yerini alıyor. Babaları olmayan Sara ve Cilla'nın ninelerinin evini boşaltmak için şehirden köye gittikleri yazı anlatır öykü. Ergenlik sorunlarıyla boğuşan kızlar köydeyken ailelerinde birçok deli olduğunu öğrenir, hatta garip dayıları Johann'ı tanıdıktan sonra kendilerinde olup olmayacağını sorgularlar. Bütün köyün inandığı Vittra denilen perimsi yaratıklar da bu garip atmosfere eklenince, Karin Tidbeck'in hem acı dolu hem de mistik bir öyküyü anlatışındaki ustalığa şahit oluyoruz.
Bana unutulmaz Dune serisini anımsatan bir diğer öykü ise ‘Augusta Prima’, hatta bir sonraki öykü ‘Teyzeler’ de bu dünyadan yola çıkarak yazılmış. Kroket sopasıyla oynanan, amacın golf topuyla uşakları öldürmek olduğu bir oyun, birbiriyle sevişip duran ikizler, çalıların dışında ölen yabancılar, konuşmamaları için dilleri kesilmiş, uşak olarak yetiştirilen peri çocuklar ve bu dünyanın bir köşesinde tek amaçları şişmanlamak ve çatlayıp ölmek olan teyzeler. Özellikle ‘Teyzeler’ öyküsünde ele alınan ve detaylarıyla anlatılan şiş-manlama süreci, çatlayıp öldükten sonra onların yerlerini alacak olan yeğenlerin hiç durmadan yemek yapmaları hayal gücünün neler kurabildiğini gözler önüne seriyor. Zaman kavramının olmadığı ‘Augusta Prima’ ise günümüzdeki tüketimin, sınıflar arası uçurumun, ‘öteki’ne karşı olan acımasızlığın dünyayı nerelere götürebileceğini fısıldıyor sanki bize.
Karin Tidbeck yerelden evrensele nasıl başarılı bir yazar olunacağının kanıtı. Bunu özellikle İskandinav mitolojisiyle başarıyor. Kitapta yer alan Vitter, Pyret, cin, peri gibi doğaüstü yaratıklar, anlatılan halk hikâyeleri, karma evlilikler ve bunlardan doğan çocuklar, öykülerin çıkış noktasını oluşturuyor, hatta ‘Pyret’ öyküsü tamamen bu doğaüstü varlığın araştırılma notlarından oluşuyor. Tidbeck bütün bu motifleri İskandinav ülkelerinin bildiğimiz melankolisiyle, ruhu boğan iklimiyle, günümüz dünyasının sorunlarıyla harmanlayıp unutulmayacak öyküler çıkarmış ortaya.
Kitabı okurken aklıma sıklıkla Mezopotamya efsanesi Şahmaran, Arap kökenli Yecüc ve Mecüc, Anadolu'da adı geçen Dunganga, Gulyabani, Karakoncolos gibi inanışlar geldi. Bu varlıkların şöyle güzel öykülere, romanlara konu olduğunu hayal etmek, Anadolu mitolojisinin evrensel bir edebiyat tadıyla işlendiğini bilmek ne güzel olurdu.
Umalım ki Aylak Kitap yeni Tidbeck eserleri için biz okurları bekletmesin. Yaratıcı kapak tasarımı, çok sık rastlamadığımız hard cover baskısı, Tülin Er'in başarılı çevirisi ve Tidbeck'in aydınlatıcı son sözü için farklı öyküleri sevenler kaçırmasın diyelim.