‘Ben hiç kimseyim, ya siz kimsiniz?’

Çeşitli metinlere ve filmlere göndermeler içeren, yer yer anlatıcının kurmacanın akışını bölüp araya girip okuyuculara nutuk çektiği, yaşadıklarını istediği gibi eğip büktükçe kendini de var ettiğinin bilincinde bir ana karakteri barındıran postmodern bir roman ‘Nisan’.

ALPTEKİN UZEL

Fatma Akerson’un bu ilk romanı kitapla aynı adı taşıyan kahramanın kendine ve ilk gençliğinin ilk aşkına bir çerçeve öykü kurma çabasını gösteren bir bölüm ile açılıyor. Sonrasında yine aynı kahraman, Nisan, disütopik bir dünyada o ülkenin yasaları ile çelişip dışlanıyor ve kahramanımızın kendi olma çabasını okuyoruz. Romanın son bölümünde ise ilk iki anlatıdan izler taşıyan Nisan kendini anlamlı ve anlatılır kılmak için hâlâ daha öyküler kuran bir kadın olarak karşımıza çıkıyor.

Postmodern bir roman

Akademisyen ve edebiyat kuramcısı olan ve daha çok bu alanda ve diğer uzmanlığı olan Alman dili ve edebiyatı üzerine eserler veren Prof. Fatma Akerson, yine bu yıl içerisinde çıkan ilk kurmaca metni Kırmızı Motorsiklet’teki anlatıcıyı geliştirip bu romanın merkezi haline getirmiş. Çeşitli metinlere ve filmlere göndermeler içeren, yer yer anlatıcının kurmacanın akışını bölüp araya girip okuyuculara nutuk çektiği, yaşadıklarını istediği gibi eğip büktükçe kendini de var ettiğinin bilincinde bir ana karakteri barındıran postmodern bir roman ‘Nisan’.

Romanın ana izleği ise hayati bir mesele. Konsantre bir vuruşla hissettirmek gerekirse E. Dickinson’ın meşhur şiirini hatırlamak gerekecek: “Ben hiç kimseyim/Ya siz kimsiniz/Siz de mi hiç kimsesiniz” ve sonrasını “Ne kadar sıkıcı birisi olmak/Bir kurbağa gibi/Adını söylemek, haziran boyu/Sana hayran bir bataklığa”.

İşte kahramanımız Nisan’ın, ilk bölümde çerçeve öykü kurmaya çalışırken, varlığının travmatik özünün bir çerçeve öykü ile üzerinden atlamaktaki ve hayatına onun damgasını yemeden devam etmeye çalışırkenki kaygısı bu. O ilk çarpışmayı hem bir öykü ile yumuşatıp bir nihayete erdirmek ama bundan bahsetmeyerek de kendine ihanetten ve bu özü sıradanlaştırmaktan kaçınmak. Alıntılarsak: “Şablon harikaydı. Anlatma, ama anlat! Yani kendine bir asıl öykü kur ve bu öyküyü anlatma. Kendine sakla! Böylece kendimle ilgili, gizli ve kalıcı bir çerçeve yaratmış oluyordum”

İkinci bölümde ‘durumsuzluk’a düşen aykırı vatandaşlar da benzer bir dramanın oyuncuları. Bu her şeyin devlete tebliğ edilmesi gerektiği fantastik dünyada bir tanıma uymayan ya da durumları kavranamayan vatandaşlar sürgün ediliyor. Aslında sembolik alanın dışına itiliyorlar da diyebiliriz. Biri olmamakta direnen, dile gelmekte tereddütlü bu yığın bir süre sonra normu tehdit edecek bir kuvvete erişip statükoyu değiştirmeye başlıyor.

Edebiyat alanında özellikle kuramsal bunca donanıma sahip bir yazar için bu donanım onu yenilikçi bir yazar yapabileceği gibi aynı zamanda bir handikap da olabilir. Akerson’un bu donanımının güncel ve öne çıkan roman ve öykülerdeki biçimsel eğilimlere nitelikli bir karşı duruşu barındırdığını düşünüyorum. Yalınkat ama renkli bir tasvircilik ile yetinen hakim eğilimler gündeliği yeniden ve yeniden ürettikçe okuyucuda sahici ve harbici bir metin okudukları yanılsaması yaratır. Metni ideolojik herhangi bir dolayımdan geçmiyormuş gibi gösterir ki ahir zamanların en gözde numarasıdır. Halbuki postmodern metinler kurmaca metinlerin dikiş izlerine dikkatimizi çekerek yazarla okuyucu arasındaki bu kadim oyunun pek de masum olmadığını bize hatırlatırlar.

Tabii memleket politik olarak o kadar şarj olmuş halde ki, bu neredeyse havada hissedilir nane yüzünden, aslında 1940’larda filan yaşamadığımız, siyaset ve siyasi hayvan olarak insan baki olsa da hayatımızın mana kaynağının kuvvetle muhtemel diyelim orada olmadığı unutulmuş gibi. Bir süre koro olarak seslendirilen metafizik anlatıların çöküşü filan da aynı şekilde sözün ona gelmesi için yedek kulübesinde bekletiliyor gibi.

Halbuki modern sonrası bireyler olarak, kitapta da alıntılanan Peter Handke’nin ‘Olan Biten Şeylerin Senaryosu’ (Drehbuch der laufenden Ereignisse) metnindeki çağrıyı, binlerce yıllık düşünce tarihi yokmuş gibi davranmamak için, nasıl derler, asla unutmamamız gerekiyor: “Her şey altüst olmakta. Hiçbir değerin güvencesi kalmadı. Hiçbir düzene mutlak gözüyle bakılmıyor. Artık kimse yaptığından emin değil. Her yere şifalı bir şaşkınlık yayılıyor ve herkesi düşünmeye zorluyor. ‘Bir şey’ olmalı görüşü yaygın ve ortak. Öyleyse nasıl yaşamalı? Birlikte nasıl yaşamalı? Birbirini ve kendini yaşamak bir gereksinime nasıl dönüşmeli? Nasıl yaşamalı?”

Kalburüstü bir tasvircilik

Bu sorularla oynaşmayan ya da bunları hatırlatmayan romanlardan ise beklentimizi, kalburüstü bir tasvircilik olarak tutabiliriz. Evet mahallemizdeki teyze hakikaten öyle konuşuyor ya da banka kuyruğu beklerken aklımızdan o kitapta anlatılan şey geçiyor. Hepsi çok isabetli. Hepsi yerli yerinde. Ama ipe boncuk dizer gibi isabetli tasvirleri ardarda dizmekte de pek öyle edebi bir taraf olmadığını kabul etmeliyiz.

Bizim kitabımızdaki öneriyi ise şöyle formülüze edebiliriz; maneviyatının kurucu öykülerini insan terapi odalarında ilmek ilmek açmak yahut gecenin sonunda bir dostun emniyetli kollarında uykuya yatırmak yerine kendine saklasa iyi eder. Çünkü bir şey olmak ya da birisi olmak hakikaten sıkıcıdır.

Kategoriler

Kitap ԳԻՐՔ

Etiketler

nisan Fatma Akerson YKY