Dün İsmail Beşikçi Vakfı'nda gerçekleşen, Avukat Erdal Doğan, sivil toplumcu Osman Kavala'nın konuşmacı olarak katıldığı '1915 Diyarbakır: Kürtler Sözlü Tarih Projesi' panelinde proje koordinatörü Namık Kemal Dinç de Diyarbakır'daki sözlü tarih çalışması hakkında bilgi verdi
Namık Kemal Dinç, Erdal Doğan ve Osman Kavala. Fotoğraf: KADİR KAÇAN
ÖZGÜN ÇAĞLAR
ozguncaglar@agos.com.tr
İsmail Beşikçi Vakfı tarafından yürütülen ‘1915 Diyarbakır: Kürtler Sözlü Tarih’ çalışması kapsamında, dün Beyoğlu’ndaki vakıf binasında ‘1915 Diyarbakır: Kürtler Sözlü Tarih Projesi Saha Deneyimi’ paneli yapıldı. Avukat Erdal Doğan’ın ‘Hukuk ve Ermeni Soykırımı’, Osman Kavala’nın ise ‘Sivil Toplum ve Ermeni Soykırımı’ konusunda konuştuğu panelin son oturumu ise Diyarbakır’da gerçekleştirilen sözlü tarih çalışmasının proje koordinatörü Namık Kemal Dinç’e aitti.
Katılımın yoğun olduğu panel, yaklaşık üç saat sürdü.
‘İnsanların alınıp başka bir yere götürülmesi de soykırım tanımı için yeterli’
1948 tarihli Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’nin ruhu ve ahlakı bakımından Türkiye toplumuna yansıması hakkında konuşan Doğan şunları kaydetti: “Ben 2000’lerin başında, 1915’te yaşananların soykırım olduğu konusunda kişisel olarak netleşirken, çevremde benim gibi düşünen çok az hukukçu arkadaş bulmuştum. Soykırımın tanımında yer alan ‘insanlığa karşı suç’ eylemine baktığımızda, Türkiye’de sadece devlet tarafından değil, gruplar tarafından da işlenen çokça insanlığa karşı suç oluşturabilecek eylemin olduğunu görüyoruz. İnsanlığa karşı suçlarda sayı önemli değil. ‘Bizden şu kadar insan, onlardan şu kadar insan öldü’ tartışması söz konusu değil, 1948 tarihli sözleşmeye göre kimsenin ölmesi de gerekmiyor, insanların alınıp başka bir yere götürülmesi de soykırım tanımı için yeterli olabiliyor. İşte Türkiye’de karşılıklı ölüm mevzunun sebep olduğu ideolojik kirlenmeden aydınlarımız gibi, hukukçularımız da kendini arındıramadı. Ama bu son yıllarda yavaş yavaş değişiyor.”
1948 tarihli sözleşmeye göre ‘fail’ tanımının çok net olduğunun altını çizen Doğan, “Soykırım konusunda tanım içindeki sorumlulukla alakalı üçüncü maddede iştirak edenler de asli failler gibi değerlendirilmiş. Yani planlayanlardan olmasalar bile soykırıma katılanlara doğrudan sorumluluk yüklenmiş. Bizde ise büyük insanlık suçları için ‘Planlayan şu ama biz sadece yardım ettik, kullanıldık’ deniliyor. Zirve Yayınevi Davası’nda da tetikçiler böyle diyor. Ama tetikçi olarak da asli failsin, tetikçi olununca sorumluluk gitmiyor. Bu bizi korkutmasın, geçmişle yüzleşme açısından çok güç verebilecek bir husus bu” dedi.
‘Rejim, soykırım hukuku üzerine inşa edilmiş’
Hukukçuların Ermeni Soykırımı gibi, rejimin üzerini örtmeye çalıştığı konularda çalışırken çok fazla sıkıntı yaşadığını anlatan Doğan, “Şu anki rejim, soykırım hukuku üzerinden inşa etmiş kendisi. Örneğin, medeni kanunumuza göre, tapular herkese açık görünüyor ama aslında tapular herkese açık değil. Tapulardan kolay kolay evrak alamazsınız. Türkçe olmayanlar, Milli Güvenlik Kurulu’nun kararıyla, Türkçeleştirilmiyor. Hukukçu olarak bunlara ulaşmak ve sahiplerini öğrenmek konusunda bu yüzden sıkıntı çekersiniz. Avukatlar, öyle Amerikan filmlerindeki bilgi toplayamaz. Devlet, avukattan korkar, gider bir yerleri deşer, gizli sandıkları açar… Toplumsal mutabakatla değil de, tepeden ilan edildiği için Cumhuriyet işte böyle hukukunu inşa ediyor” şeklinde sözlerini bitirdi.
‘Bundan sonra sivil toplum ne yapabilir?’
Erdal Doğan’ın ardından söz alan Osman Kavala ise sivil toplumun günümüzde ne yapması gerektiği üzerine, bir sivil toplumcu olarak kafa yorduğunu belirterek “Türkiye’ye baktığımızda geçmişte yaşanan acıların bir daha yaşanmayacağına dair bir hava varken, işte Kürt meselesinde bir uzlaşma varken, işte soykırım yapacak gayrimüslim nüfus yokken, sivil toplum ne yapabilir? Biz niye Ermeni Soykırımı’na dair çalışacağız? Ana amacımız nedir? Bunu ben de düşünüyorum” dedi.
Kavala, Türkiye kamuoyundaki ‘diaspora Ermenileri’ algısına değinerek, diğer ülkelerin meclislerinden geçirilmeye çalışılan Ermeni Soykırımı yasa tasarılarının bunu pekiştirdiğinden bahsetti: “1915 soykırımından sonra Ermeniler açısından bir dağılma olmuş, ‘diaspora’ denilen bir kavram ortaya çıkmış. Diaspora, hakları için çeşitli kampanyalar yürütüyor. Türkiye dışında bir Ermeni varlığı, Türkiye’ye karşı soykırımı tanıtma kampanyalarıyla aktif bir mücadele vermekte. Bu da ister istemez meseleyi, sadece bir iç mesele olmaktan çıkarıyor, Türkiye ve dışındaki Ermenilerin de katıldığı bir sorun haline geliyor. Diaspora Ermenileri tarihi bir adaletsizliği gidermek için, başka ülkelerin hükümetleri ve meclisleriyle Türkiye’ye karşı bir baskı kurma stratejisi yürütüyorlar. Bu konuda da bazı çelişkiler olabiliyor. Mesela, Irak’ı işgal eden emperyalist Bush yönetiminin kongresinde 1915’in soykırım olup olmadığı tartışılıyor. Yani ABD'li siyasetçiler Irak’ta kendi yaptıklarına bakmadan, bir tarihi yargılama misyonu içine giriyor. Bunun Türkiye’ye yansıması da olumlu olmuyor tabii.”
Kavala, bu durumda sivil toplum kuruluşlarının ne yapması gerektiği üzerine düşündüğünde vardığı sonuçlardan bahsederken İsmail Beşikçi Vakfı’nda gerçekleştirilen panelin önemine de değindi: “Bizim yapmaya çalıştığımız şey, bunun esas olarak bir iç meselemiz olduğunu anlatmak. Türkiye toplumunun daha adil bir toplum olması için ve eşit vatandaşlık kavramını geliştirmek için, bunun gerekli olduğunu anlatmaya çalışıyoruz. Dolayısıyla, bunu 1915’te Ermenilere yapılan bir haksızlık ve onların adalet taleplerini yerine getirmek amaçlı bir şey olarak değil; kendi kendimize, bu ülkede yaşayan insanların daha medeni bir toplumda yaşaması açısından bir şey olduğunu anlatmaya çalışıyoruz. Her ne kadar bunun adı uluslararası kavramlar açısından ‘soykırım’sa da, yurtdışından gelen soykırımı kabul ettirme faaliyetlerin dışında da faaliyetler yapmaya çalışıyoruz. Örneğin, İsmail Beşikçi Vakfı’nın bugün burada panelini de gördüğümüz sözlü tarih çalışmaları olsun, şahsi hikayeler olsun... İşte bunlar, Türkiye’deki insanların tarihi anlaması açısından son derece önemli, etkileyeceği öğeler. Çünkü Türkiye’de bir unutturma kampanyası var. İşte buna karşı, yerel olarak yapılan çalışmalar, sözlü tarih çalışmaları, hatıratlar son derece önemli olabiliyor insanların düşüncelerini değiştirmeleri açısından. “
‘Diaspora Ermenileri kendi anavatanlarıyla ilişki kurabilmeli’
Diaspora Ermenileri ile Türkiye toplumu arasında başlayacak bir diyalogun 1915’i anlama açısından çok faydalığı olacağının altını çizen Kavala, Türkiye toplumunda Hrant Dink’in katledilmesinin ardından artmaya başlayan duyarlılığın diaspora Ermenileriyle ilişkiler açısından oldukça faydalığı olduğunu kaydetti: “Bizim açımızdan, Türkiye’nin daha demokratik bir toplum olması, özgürlüklerinin artması ön planda iken, diaspora açısından da öncelik, bir tarihi haksızlığın bir an önce giderilmesi. Şimdi bu iki önceliği bağdaştırmak mümkün olabilir mi? Ben olabileceğini düşünüyorum. Diasporanın bugün Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı tarihi Ermenistan’la ilişkisi bu bağlamda çok önemli. Yakın zamanda birkaç toplantıya katıldığımızda gördük ki, diasporadan arkadaşlar, soykırımının tanınmasından daha öncelikli olanın kendilerinin anavatanlarıyla daha normal, daha sıkı bir ilişki içinde olmalarını sağlamak olduğunu söylüyorlar. Çünkü kimliklerini devam ettirmeleri açısından anavatanlarıyla ilişkileri gerekli bir unsur. Diasporadan bazı arkadaşlar, bugüne kadar Türkiye’ye gelmemişler. Çünkü, geçmişte Türkiye’yi ‘fail ülke’ olarak, toplumu da ‘fail toplum’ olarak görmüşler. Yani biz nasıl ‘diaspora’yı ‘kötü Ermeniler’ olarak görüyorsak, onlardan da bazıları geçmişte bizi böyle gördü. Sanırım Hrant Dink cinayetiyle ve sivil toplumun duyarlılığını göstermesi sonrası, diasporadaki bazı bahsettiğim türde önyargılar değişmeye başladı. Dünyanın farklı yerlerinde yaşayan Ermeniler daha çok Türkiye’ye gelmeye başladı ve yalnızca kendi memleketlerini ‘turist’ olarak ziyaret etmiyorlar, orada insanlarla da konuşuyorlar. Böylelikle bir değişim başlıyor. Bu durum, hem konuşan diasporadan insanın hem de konuşulan Türkiye toplumundan insanın tavırlarını da değiştiriyor. Bugüne kadar ‘diaspora’ diye kafasında şekil muhafaza edenler, karşılarında kendilerine benzeyen, ortak kültürel değerleri olan insanlar görünce, bir değişim yaşanıyor tabii.”
‘Surp Giragos Kilisesi’nin ibadete açılması iyi bir başlangıç’
Diasporayla kurulacak diyalogun yanı sıra, Türkiye toplumunun Ermeni kültürünü öğrenmesinin de 1915’le gerçekçi bir yüzleşmeyi beraberinde getireceğini belirten Kavala “Bu bağlamda soykırım söylemiyle birlikte, Türkiye’de yaşayanların Ermeni kültür mirasını sahiplenmeleri ve içselleştirmeleri önemli. Örneğin Surp Giragos Kilisesi’nin restore edilip ibadete açılması bu açıdan çok önemli bir gelişme. Kökenleri Ermeni olan ama şu an Hıristiyan olmayanlar kiliseye gidiyorlar, kilise bir kültür merkezi gibi çalışıyor. Surp Giragos’a benzer birçok Türkiye’de çok eser var, bunların öne alınması çok önemli. Bir de tabii, 2000 yıllık kültürel mirasla birlikte, modern Ermeni entelektüel birikimi var. 20. yüzyılın başında İstanbul, Tiflis gibi Ermenilerin kültür merkezi konumunda idi. Soykırıma uğrayanlar içinde İstanbul’da yaşayan çok önemli yazarlar, şairler var. Ne yazık ki bizler bugüne kadar bunları da öğrenememişiz. Bunları da öğrenmenin önemli olduğunu düşünüyorum” dedi.
Türkiye toplumunun Ermeni toplumuna dair kültürel değerleri içselleştirilebildiği taktirde, Ermeni Soykırımı’nı ‘Türk’ ve ‘Ermeni’ kategorilerini aşacak bir şekilde değerlendirilebileceğinin altını çizen Kavala, “Bu şekilde soykırımı toplumda adil olmayan-haksız insanların, adil olanlara karşı yaptığı bir suç olarak da görmeye başlarız. Yani soykırımın sadece Ermenilere karşı değil, Türkiye toplumunun bir kesimine karşı da yapıldığını düşünebiliriz. Sonuç olarak da, bu şekilde belki, ölenlerin de niye öldüklerine dair derin bir anlam ortaya çıkar” şeklinde konuşmasını tamamladı.
‘Kürtlerde 1915’te yapılanları anlatma isteği var’
Son olarak ‘1915 Diyarbakır: Kürtler Sözlü Tarih’ çalışması hakkında bilgi veren Namık Kemal, nasıl böyle bir çalışma yapma gereği duyduklarından bahsetti: “Ekim 2013 itibariyle başlayan bir çalışmadan bahsediyoruz. Türkiye açısından Ermeni meselesi, özellikle Hrant açısından sonra giderek artan bir şekilde tartışılıyorken, Kürtler arasında da bir tartışmanın yaşandığını gördük. Kamuoyuna fazla yansımasa da, Kürtlerde çok daha başka bir tartışma düzeyinin olduğunu da fark ettik. Batı tarafında Kürtler içinde bu meseleyi daha çok aydınlar konuşurken, doğu tarafında da sıradan halktan insanların çok daha fazla konuştuğunu hissettik. Anlatma istediğini gördük. İşte, bunu fark ettikten sonra, nedenleri üzerine eğilme gereği duyduk. Kürtler niye bu kadar tartışma, iç dökme, özeleştiri verme gereği duyuyordu?”
Diyarbakır’da Kürtçe, Zazaca ve Türkçe olarak yapılan 60 görüşmeyle sınırladıkları çalışmaları süresince çeşitli okumalar yaptıklarını da belirten Dinç, “Kürtler geçmişte ve yakın zamanda yazdıklarında, hatta şu anda modern Kürt edebiyatında Ermenilerin izlerini gördük. Yani hep o hafıza tekrar tekrar ortaya çıkıyor. Bir görüşmede bize şöyle bir şey dendi, Türkçesiyle: “Ermenilerle Kürtlerin kökü aynıdır”
‘Diyarbakır konuşma konusunda cesaretli’
Çalışmaları için Diyarbakır’ı seçmelerindeki sebepleri sıralarken Dinç şunları kaydetti: “Tarih boyunca hep bir merkez konumunda olmuş. Diyarbakır, aynı zamanda Osmanlıların, bölgeye açıldığı önemli bir merkezdir. 1915 açısından da öyledir; o sırada meşhur bir Çerkes vali vardır, Dr. Mehmet Reşit Bey. Bu vali 1915’te vali olarak, katliamların organizasyonlarında çok önemli bir konumdadır. Bugünün de Diyarbakır’ı Amed olarak, Kürtler açısından bir başkent konumundandır. Diyarbakır’da konuşmaya dair bir cesaret var. Aslında Diyarbakır, 1915’te savaş alanının dışındadır. Osmanlı’nı merkezi gücü o yıllarda Diyarbakır’da konumlanmıştır.”
Çalışmaları sırasında sözlü tarih yöntemini kullanmalarının, Kürtlerin yazılı tarihinin pek olmaması nedeniyle işlerini kolaylaştırdığını anlatan Dinç, “Belki de sözlü tarih, devleti olmayanların, resmi tarihin dışında kalanların, dışlanmış oların sesi olarak bize yardımcı oluyor” derken, çalışmalarının 'tüm Kürtler ve Kürdistan’a dair genellemeler yapmak açısından' yeterli olmadığını vurguladı.
‘1915, bu topraklarda şiddetin zirve yaptığı bir dönem’
Dinç, konuşmasına şöyle devam etti: “Diyarbakır’da çok canlı bir hafızayla karşılaştık. Aşırı şiddet yüklü hikayeler dinledik. Ermenilerin topluca katledildiği yerlerin her birinin ismi var. En meşhuru Duden. Mesela Kürt anneleri çocuklarının o bölgelere gitmesini ‘Orada cinler, periler var’ diye yasaklamışlar. 1915’in bu topraklarda şiddetin zirve yaptığı bir dönem olduğunu gördük. Kendi çıkardığım bir sonuç olarak söylüyorum: Bugün bu kadar şiddet, acı, kötülük varsa, 1915’in kapanmayan yarası nedeniyledir. Hafızalara dönersek, parçalanmalar olduğunu da eklemeliyim. Kimle görüştük? 1915’i yaşayanların çocuklarıyla, torunlarıyla, torunlarının çocuklarıyla… Dolayısıyla, hikayelerin içinde yer yer parçalanmışlıkları gördük. Ama farklı hikayelerden bunu tamamlama içerisinde de olduk.”
‘Diyarbakır’da 1915 için farklı kavramlar kullanılıyor’
Dinç, Diyarbakır’da özellikle yaşlılarla konuşulduğunda, bugün 1915’ta yaşananlar için kullanılan ‘soykırım’, ‘1915 katliamı’ kavramlarının kullanılmadığını fark ettiklerini de şöyle anlattı: “Onlar özellikle Kürtçe olarak farklı kavramlar kullanıyorlar. Bence bizim yaptığımız çalışmanın en kıymetli yanlarından biri de bunu göstermiş olması. Soykırım-1915 katliamı demiyorlardı, örneğin ‘Kırkırın’, ‘Fermana fıllan’, ‘Ferman’, ‘Dema Bırıni’, ‘Terka fıllan’ gibi kavramları kullanıyorlardı… Kökeni üzerine tartışmalar olsa da ‘Fılle’, Kürtlerin Ermeniler için kullandığı bir kelime. ‘Ferman’ ise Osmanlı İmparatorluğu’nda ‘Padişahin emri’ anlamına gelir. Bence ‘Ferman’ kelimesi olayın faillerine dair de bir şey söyleyen bir kavram. ‘Kırkırın’ ise yine ‘kökünden yok etme’ anlamına geliyor.”
Yaptıkları araştırmalar sonucunda ortaya çıkan en önemli sonuçlardan birinin de Kürtlerin hiçbirinin Ermenilerin yaşadıklarına dair en ufak bir ‘Oh olmuş’, ‘İyi ki Ermeniler gitmiş, burası bize kaldı, Kürdistan oldu’ tavrında olmadığını görmeleri olduğunu anlatan Dinç, “Herkes ‘Bu çok büyük bir zulümdü, bunun altında da Kürtler kaldı, Kürtlerin aklı başına geldi’ demekteydi. Ermeniler katledilirken Kürtlere ‘Biz akşam yemeğiyiz, siz de bizden sonraki öğünsünüz’ demişler, Kürtler bunun farkında” dedi.
‘1915’te ‘Bejik’ adlı kelle avcıları vardı’
Lice’de yaptıkları bir görüşmede bir Diyarbakırlının kendilerine “Biz 1950’lerde caminin avlusunda oturur çay içerdik, ‘Hemololo’ lakaplı bir adam da gelir oturur, 1915’te ne kadar Ermeniyi nasıl öldürdüğünü anlatırdı” şeklinde bir anekdot da anlattığını belirten Dinç, konuyu 1915 soykırımındaki milislere getirdi: “Yine o dönemde erkekler ilk başlarda devlet tarafından öldürülürken, arta kalan kadınlar ve çocuklar da Kürtçe ‘Bejik’ (Kelle avcısı) denilen, bugünkü koruculara benzetilen insanlarca öldürülüyor. Bugün Kürtlerin özeleştirel pozisyonda olması çok önemli yani.”
‘Kürtler ve Ermeniler ilişkisinde kirvelik kavramına bakılmalı’
1915 öncesi Ermeni-Kürt ilişkilerine dair de bölge halkından çok fazla öykü dinlediklerini belirten Dinç, özellikle kirvelik ilişkisine dikkat çekti: “1915 öncesi de önemli. Kürtler 1915 öncesinde Ermenileri överek anlatıyorlar. Sevgiyle ‘Nasıl iyi insanlardı, birlikte yaşardık’ diyorlar. Bu bağlamda ‘Kirvelik’ kavramı da Kürt-Ermeni ilişkilerinde dikkate değer. Bunun da altının çizilmesi lazım. Toplumun kendine göre bir yaşayış tarzı var, siyaset ve devlet işin içine girmese bu hukukunu devam ettirip yaşaması mümkün... Kirvelik, iki toplumu birbirine yaklaştırıyor. Ama burada 1915 öncesinde Ermeni ve Kürtlerin çok sorunsuz yaşadığını söylemiyorum, sadece anlatılarda bunun çok öne çıktığını, Kürtlerin buna sığındığını ifade ediyorum.”
Kürtler açısından Ermeni Soykırımı konusunda ‘Sembolik yüzleşme’ kavramından da bahseden Dinç, “Hukuken yüzleşme Türkler açısından mümkün olmadığı gibi, Kürtler açısından mümkün olmadı tabii. Ama ‘Sembolik yüzleşme’ dediğimiz bir şey var. Yani görüştüğümüz insanlar, bu katliama eşlik etmiş insanların, Ermenilerin mallarına mülklerine el koymuş insanların torunlarının hiçbir zaman iflah olmadığını, her zaman başlarına bir kötülük geldiğini, lanetlendiklerini söylediler” şeklinde sözlerini bitirdi.