Dost Yayınları tarafından ‘Sanat Pratiği’ adıyla yayımlanan kitap, Antoni Tàpies’in çeşitli Barcelona gazete ve dergilerine yazdığı kısa sanat yazılarını bir arada okuma olanağı sunuyor.
EVRİM KAYA
2012’de kaybettiğimiz 1923 doğumlu Katalan ressam ve heykeltıraş Antoni Tàpies, kuşağının ileri gelen sanatçılarından olmasının yanı sıra bir sanat teorisyeni olarak da biliniyordu. Dost Yayınları tarafından ‘Sanat Pratiği’ adıyla yayımlanan kitap, Tàpies’in çeşitli Barcelona gazete ve dergilerine yazdığı kısa sanat yazılarını bir arada okuma olanağı sunuyor.
‘Mutlak hakikatin aracılığı’
Kitap için kaleme aldığı sunuş yazısında, ressamların sanat üzerine yazmalarının hoş karşılanmadığını, bu yüzden de zengin bir ressam yazıları geleneğine sahip olmadığını anlattığı ülkesindeki durumu anlatan Tàpies, aslında işe bir çeşit savunma ile başlıyor. Sanatçıyı bir tür mutlak hakikatin aracısı gören bakış açısına göre iki açıdan uygunsuzdur bu yazılar: İlkin, kendini ifade etmesi gereken sanatçının yazıya ve teoriye başvurması pekâlâ eserdeki bir yetersizliğin işareti olabilir. Kimilerine göreyse bir yüceltme gibi görünen bu ‘mutlak hakikatin aracılığı’ konumu aslında açık bir küçümsemeyi içinde barındırır. Teori, esere bir ilhamı aktarmaktan başka bir katkısı olmayan sanatçı kısmının altından kalkabileceği şey değildir. Tàpies bir savunma yaptığını ve kitaptaki başat unsurun da bir savunma üslubu olduğunu söyleyerek başlıyor işe. Ancak yaptığı savunmanın bir ‘özsavunmadan’ çok genel bir sanat savunusu olduğunun altını çiziyor. Tàpies’nin, sanki sanatçı olduğundan değil basitçe insan olduğundan konunun tarafı olduğunu hissettiği kolayca anlaşılıyor. İddia ettiğinin aksine, kitaba damgasını vuran asıl üslup savunmadan çok hücumda oynayan bir polemikçinin üslubu oluyor.
Tàpies’nin, her biri somut olayları ya da sanat tarihinden ve felsefe gibi yakın ilişki içindeki alanlardan isimleri inceleyen, bu isimlerle hararetli tartışmalara giren metinleri, bütünlüklü ve çelişkisiz bir teorik pozisyon yaratmayı değil; yaşayan bir şey olarak tanımlanan sanatın unsurlarıyla bir diyalog yaratmayı hedefliyor. Kendisini bir mirasın parçası olarak gördüğünü gizlemeyen ve sanatın her zaman bir ölçüde kolektif olduğunu vurgulama gereğini hisseden Tàpies, belli ki bu diyaloğu da, tarafları ve muhatapları genişletilebilir ve tarih ilerledikçe başka mecralarda başka kişilerce sürdürülebilir tartışmaların halkaları olarak görüyor. Tartıştığı sahaları genişletmekten korkmadığı gibi tezat görünen vurgulardan da korkmuyor: sanatçıyı hem bir zincirin halkası hem de uçuruma atlamaktan korkmayan yapayalnız biri, her şeyi icat etmek zorundaki kişi olarak tanımlarken, sanat kariyerinin kökeninde ise “ya kaza gibi birdenbire gelen ya da ağır bir süreç içinde yavaş yavaş gerçekleşen bir ıstırap” buluyor. Teoriye olan ilgisine karşın akademiye duyduğu küçümsemeyle karışık mesafe pek çok satırda kendini açıkça gösteriyor; buna karşın yazdığı her metin şu veya bu tarafı savunmanın yanı sıra ‘sanatçının sesini savunmak’ alt-misyonuna hizmet ediyor. Katı bir bireycilik içinde bir halk ozanı olmasının getirdiği çelişkiler, girdiği polemikleri bilhassa ilgi çekici kılıyor.
İçgüdülerimizi unutacak derecede ‘dalgın’ız
Tàpies’in dilinin gücü tarafgirliğinden ve çelişkilerden korkmayışından geliyor. Da Vinci’den Paul Klee’ye, Jean Arp’tan Picasso’ya sanatın ustalarıyla sohbet ederken şefkatini gizlemeyen bu metinler, Marcuse gibi felsefenin ustalarına karşı bıçaklarını da gizlemiyor. “Tekniğe boğulmuş bir dünyada, maddesel konforumuzun bencil kaygısıyla yaşıyoruz” diye yazıyor Tàpies. “Sürekli olarak, en temel köklerimizi, nerdeyse içgüdülerimizi bile unutacak derecede ‘dalgın’ız.” Bu dalgınlığın ilacını arayan sanatçı, sanatsever ya da ‘sıradan’ okur için, Tàpies’in önerdiği çareden, yani ‘insana ne olduğunu hatırlatmaktan’ medet ummakta bir sakınca yok gibi görünüyor.