Belgesel niteliğindeki ‘Acının İki Yüzü’ sergisi 8 Haziran'da sona eriyor. Tuğba Esen, Türkiye’de 30 yıldır süren savaşta evlatlarını kaybeden asker, polis, korucu, gerilla ailelerini fotoğraflayan Kamuran Erkaçmaz'la konuştu.
Fotoğraf: BERGE ARABIAN
TUĞBA ESEN
ztugbaesen@gmail.com
Depo, 8 Haziran 2014’e kadar, genç bir fotoğrafçının Türkiye’nin her yerini dolaşarak gerçekleştirdiği, belgesel niteliğindeki ‘Acının İki Yüzü’ sergisine ev sahipliği yapıyor. Kamuran Erkaçmaz, Türkiye’de 30 yıldır süren savaşta evlatlarını kaybeden, “Acımız aynıdır, dilimiz farklı” diyen, asker, polis, korucu, gerilla ailelerini fotoğraflamış, onların hikâyelerini dinlemiş.
Anadolu Üniversitesi’nde sanat tarihi okuyan Kamuran Erkaçmaz, fotoğrafçılık yüksek lisansı yapmaya karar verince, kendi yaşamına da giren acılarla yüzleşmek, yıllar süren anlamsız bir savaşın yarattığı yıkımı görünür kılmak için çıkmış yola. Bir sürü imkânsızlık içinde, çoğu zaman otostopla Türkiye’nin her yerini dolaşarak görüştüğü ailelerin evlerine misafir olarak, sofralarına oturarak tamamlamış projeyi. Dinlediği her hikâye biraz daha fazla işlemiş içine. Kolay değil, başkasının da olsa, evlat acısıyla yüzleşmek. Serginin hikâyesini, fotoğrafçı Kamuran Erkaçmaz’dan ve projeye emek veren kişilerden biri olan yönetmen Hüseyin Karabey’den dinliyoruz.
-
Bu projeyi yapmaya nasıl karar verdiniz?
Kamuran Erkaçmaz: Gerilla saflarında üç akrabam yaşamını yitirdi. Lisedeyken, yakın bir arkadaşımın abisi de askerlik yaparken, çatışmada hayatını kaybetti. Bu işe ilk olarak Mersin’in Tarsus ilçesinde, birkaç asker ve gerilla ailesini bir araya getirip onlarla görüşerek başladım.
-
Burada yadsınamaz bir empati duygusu göze çarpıyor. Sanki siz o ailelerin yanına vardığınızda, halihazırda var olan bu duyguyla karşılaşmışsınız gibi hissettim. Böyle mi oldu?
KE: Kesinlikle öyle oldu. Ben o insanların fikirlerini değiştirmek için değil, fikirlerini olduğu gibi kabul ederek gittim yanlarına. Daha önce ziyaret ettiğim yerlerde edindiğim tecrübeleri aktardığımda, bundan oldukça etkilenen asker aileleri oldu. “Bunları bilmiyorduk” dedi kimileri. Diğer taraftan, gerilla ailelerine asker ailelerinin beni nasıl karşıladıklarını, misafir ettiklerini anlattığımda “Onlar da bizim gibi düşünüyormuş” dedikleri oldu. Onlarla empati kurabildiğim için bu projeyi tamamlayabildim. Kendimi o insanların yerine koydum. Bu gezide şunu öğrendim: Biz birbirimizi tanımıyoruz. Aynı coğrafyada yaşayan insanlar kopmuş birbirinden. Kürtler Karadeniz’e sadece mevsimlik işçi olarak gidiyor. Eğer bu insanlar ilişki kurarsa sorun kalmayacağını düşünüyorum.
-
Sergi böyle bir rol üstleniyor mu sizce?
KE: Projenin özü şu: Bu ülkenin neresine giderseniz gidin, aynı yüzü görüyorsunuz. Dil, renk, kültür değişse bile aynı yüzle karşılaşıyorsunuz hep. O yüzün öznesi acı. Ben hepsinde aynı şeyi gördüm, her seferinde içim parçalandı.
-
Sizin bu proje için bir araya gelişiniz nasıl oldu?
Hüseyin Karabey: Sırrı Süreyya Önder aracılığıyla oldu. Kamuran’ın yaptığı iş beni çok etkiledi. Çok ilginç yönler yakalamıştı. Çok malzeme vardı, o malzeme yığınından anlamlı bir şey çıkarılması gerekiyordu. Onun bizzat görüp hissettiklerini, görmeyen, bilmeyenlere hissettirmemiz gerekiyordu. Yedi ay boyunca birlikte çalıştık. Son üç ayda aramıza Sera Dink de katıldı. Bu işi herkes gönüllü yaptı. Elimizdeki her türlü malzemeyi değerlendirmeye çalıştık. Örneğin ses kayıtlarını ve sergide gösteremediğimiz fotoğrafları kullanarak iki video hazırladık. Bu, serginin ruhunu ziyaretçilere hissettiren bir iş oldu. Bence fotoğraflarda görülen şöyle bir gerçeklik var: Türkiye’deki gerçek kaybedenler, fakirler. Fotoğraflara bakınca iki şey görüyorsunuz; biri acı, diğeri ise fakirlik. Biz sınıflar arasındaki o farkı çok çabuk unuttuk. Bambaşka tartışmaların içine girdik. Savaş varsa, fakirlik olduğu için var. Fakirliğin olmadığı bir ülkede neden savaşsın insanlar? Neden inansın o saçma sapan yalanlara? Bununla birlikte, fotoğraflarda nefret ve kinin olmaması da şaşırtıcı. Bize hep bunu öğrettiler, 30 yıldır medya bunu anlattı. Bizde acıyı paylaşma geleneği pek yok. Acımızı içimize atarız. Bu da, yaşananların, deneyimin aktarılmamasına ve bilinmemesine neden oluyor. Bu sergi o yüzden çok önemli.
-
Medya, ölen askerlerin ailelerini ‘Vatan sağ olsun’ teslimiyetiyle sunar genellikle. Ailelerde böyle bir duygu gözlemlediniz mi?
KE: “Benim çocuğum ne için öldü?” diye soran aileleri gördüm. Nevşehir’de görüştüğüm bir şehit ailesi şöyle söylüyordu: “Bize gelip ‘Vatan sağ olsun’ diyorlar. Onların yanında biz de öyle diyoruz ama sonra kendi kendimizi yiyoruz.”
-
Görüştüğünüz aileler barış sürecine nasıl bakıyorlar? Umutlular mı?
KE: Özellikle gerilla ailelerinde umutsuzluk hâkim. “Sekiz defa kandırıldık, bu dokuzuncusu olabilir” diyorlar. Aslında çok istiyorlar barışın gelmesini ama inanmıyorlar. Asker aileleri de bu yaşananların bitmesini istiyor ve sürece daha umutlu bakıyor.
-
Bu proje bağlamında düşünürsek, siz nasıl görüyorsunuz barış sürecini?
HK: Geçmişi yaşayanlar ve unutmayanlar, bu sürecin ne kadar kıymetli olduğunu takdir ederler. Ben de onlardanım. 1990’larda Türkiye korkunç bir haldeydi. O dönemle bugünü kıyaslarsak, ben umutluyum. Yavaş yavaş, insanlar da bu sürecin ne kadar kıymetli olduğunu görüyor. Barış sürecinin halk tarafından iyi algılandığını düşünüyorum. Çünkü her iki tarafta da ölen onların çocuğuydu. Belki sonuçları herkesi istenen düzeyde tatmin edemeyecek ama bu sürecin beni ilgilendiren sonucu, artık insanların ölmemesi ve savaşın bir seçenek olarak görülmemesi. Bu sergi de buna ufacık bir katkı sağlıyorsa ne âlâ.
-
Bu projenin bir sanat mekânına taşınmasını ve buranın ziyaretçileriyle paylaşılacak olmasını da anlamlı buluyor musunuz?
HK: Kimi zaman sanatçı olarak içinde bulunduğum ama çoğunlukla dışarıdan baktığım güncel sanat ortamı, sosyal yaşamdan kopuk. Bu tür sergilerin üreten, fikir sahibi insanları etkileme şansı var; çünkü bu mekânlar daha çok onlara hitap ediyor. O yüzden kıymetli buluyorum bunu. Belki sergiyi dolaşan bir sanatçı onun üzerine bir heykel yapacak, başka biri eline kamerayı alıp gidecek Kamuran’ın açtığı yoldan...
KE: Ben buna ailelerin sözlerinden yola çıkarak cevap vereceğim. Onlara projemi anlattığımda, biraz umutsuz bakıyorlardı. “Siyasetçiler bu konuda bir şey yapamıyor, bir fotoğraf mı bizim acımızı dile getirecek, sesimizi duyuracak?” diyorlardı. Bu umutsuzluğa karşın, kapılarının çalınmasından duydukları bir sevinç de vardı.
-
Bu insanlar hayatlarına nasıl devam ediyor? Hukuki mücadele veriyorlar mı?
KE: Aileler hukuki bir mücadele vermiyor. En azından benim tanıştıklarım... Kendilerini teşhir etmekten çekiniyorlar. Örneğin diğer çocuğunun belediyedeki işinden atılabileceğini söyleyerek benimle görüşmeyi bile reddedenler oldu.
-
Yaşanan acılardan kimi veya neyi sorumlu tutuyorlar?
KE: Sistemi suçluyorlar. “Önemli olan bir partinin gidip yerine başkasının gelmesi değil, bu sistemin değişmesi lazım. Bizi sistem bu hale getiriyor” diyorlar.
HK: Buna sistem dersiniz, başka bir şey dersiniz ama ülkelerde adaletli bir paylaşım olmadığı sürece, insanları yönlendirmek çok kolay. Soma faciasında da bunu gördük. İnsanların o koşullarda çalışmak zorunda kalmaları bizim canımızı yakmaya başladı. Bu fotoğraflara bakınca görüyorsunuz ki, o insanların, askerlik çağı gelen oğullarını askere göndermekten başka şansları yoktu. Oğullarının cenazesi geldiğinde de, buna isyan etme seçenekleri yoktu. Devlet onlardan ya vergi, ya da oğullarını almaya gelmiş hep. Biz bu durumu anlayıp başkalarına da anlatabilirsek, bir şeylerin önüne geçme şansımız olacak.
KE: Görüştüğüm ailelerden ikisinin oğulları, yaşadıkları köylerin dışına ilk defa askerlik yapmak için çıkmışlar. Gittiğim yerlerde, oranın coğrafyasını, karakterini yansıtacak planlarda fotoğraflamak istiyordum aileleri. Nevşehir’e gittiğimde, Ürgüp ve Göreme civarında yaşayan, oğlunu kaybeden bir aile olup olmadığını araştırdım. Nevşehir Şehit Aileleri Derneği’ne gittiğimde o bölgelerde hiç şehit ailesi olmadığını söylediler. Çünkü oradaki insanlar turizmle ve ticaretle uğraşıyorlar. Maddi olanakları daha iyi. Ölenler hep uzak köylerden. Teorilerle konuşmuyorum, bizzat gördüm bunu. Gerçekten de fakirler ölüyor.