7-11 Mayıs tarihlerinde İstanbul’da düzenlenen ‘Günümüz Dünyasında Şiddet, Siyaset ve Sürgün/Sürgünü Bozma’ konulu uluslararası konferans meseleyi dünyadaki farklı deneyimler üzerinden ele aldı. İşte şimdi bir hayli ses getiren bu konferans vesilesiyle yayımlanan özel bir kitap da konuyu daha derinlemesine düşünmek için bizlere bir fırsat sunuyor.
KARİN KARAKAŞLI
Büyük politikaların küçük, sıradan hayatlarımıza alabildiğine hükmettiği zamanlardan geçiyoruz. Bu dönemin en baş aktörü ise maalesef şiddet. Devlet elli şiddetten, sözle hedef göstermeye, kadına yönelik şiddetten homofobik/transfobik nefret cinayetlerine varıncaya kadar her şekline maruz kaldığımız şiddet, çoğu zaman da mahkeme salonlarında bir türlü tecelli etmeyen adalet olarak yaşatıyor kendini. Geçtiğimiz günlerde, 7-11 Mayıs tarihlerinde İstanbul’da düzenlenen ‘Günümüz Dünyasında Şiddet, Siyaset ve Sürgün/Sürgünü Bozma’ konulu uluslararası konferans da meseleyi dünyadaki farklı deneyimler üzerinden ele aldı. İşte şimdi bir hayli ses getiren bu konferans vesilesiyle yayımlanan özel bir kitap da konuyu daha derinlemesine düşünmek için bizlere bir fırsat sunuyor.
Değişime karşı direniş
‘Şiddet, Siyaset ve Medenilik-Karabasanlar İçinde Türkiye’ başlığıyla İletişim Yayınları’ndan çıkan kitap Etienne Balibar, Ahmet İnsel ve Pınar Selek’in makalelerini biraraya getiriyor. Kitabı derleyen Marie-Claire Caloz-Tschopp, sunuş yazısında kitabın başlığını da oluşturan temel meseleyi şöyle tanımlamış: “Şiddet, Siyaset ve Medenilik üzerine düşünmek, geleceğin belirsizliği içinde, içe kapanmanın, nefretin, şiddete başvurmanın cazibesine kapılma döneminde karanlık iblislere teslim olmamak için, uzun erimli tarihten hareketle, onun temel kimliksel, güvenlikçi, otoriter şemaları üzerine, değişime karşı direnişler üzerine ve kopma anları üzerine bir bellek çalışmasının varlığını öngörür.”
Şiddet ahtapotuna karşı ortak mücadele
Bu bağlamda Pınar Selek, Türkiye’de ortak muhalif mücadele tarihinin belleğine göz atarak, ikisi de 1980 sonrası dönemde ortaya çıkarak gelişen anti-militarist ve feminist hareketin bir türlü kesişmeyen yollarını sorguluyor. Toplumsallığını bir iktidar ilişkisi biçiminde kuran insanın kendi varoluş bağımsızlığını koruma yolunda feminizm ve anti-militarizm aracılığıyla bulabileceği özgürlük alanını ele alan Selek, kader ortaklığına rağmen iki ayrı nehir gibi akan hareketlerin kendi içlerindeki dinamiklere de yoğunlaşmış. Feminist hareketin solla cinsiyetçilik konusunda güçlü bir çatışmaya girerken, militarizm konusunda geleneksel soldan bir türlü ayrışamadığını belirten Selek, cinsiyetçilik yanı eksik kalan ve kendini ağırlıklı olarak ‘zorunlu askerlik’ ile sınırlayan anti-militarist politikanın da gelişemediğini vurguluyor. Egemenlik ilişkilerini tanımlayan feminist analizin yokluğunda kadın hareketinin politik gücünün de yara aldığını ifade eden yazar, “Her türlü sömürgeciliğin, milliyetçiliğin, heteroseksizmin, yaş hiyerarşisinin, sakatlara yönelik ayrımcılığın vb. köklü aşılabilmesi için feminist analize, feminist politikaya ihtiyaç vardır… Herkesi ayrı ayrı boğan şiddet ahtapotuna başka türlü nasıl direnilir ki?” diye soruyor.
Bitmeyen geçiş süreci’ ve sarsıcı sorular
Otoritarizmi ele alan makalesinde Ahmet İnsel de bir yüzyıldan daha uzun bir süredir demokrasiye geçiş döneminde olan Türkiye’nin şiddetle sınavını sorguluyor. Buradaki şiddet; hukukun keyfi uygulanmasından, fırsatların partizanca dağıtılmasına yönelik iktisadi şiddete, hak taleplerinin kısıtlanmasına yönelik sosyo-ekonomik şiddetten, medyayı kontrole dayalı simgesel şiddete kadar uzanıyor. Bu çerçevede 19. yüzyıldan başlayarak yakın dönem demokrasi ve şiddet ilişkisine göz atan ve AK Parti iktidarına odaklanan yazar, Gezi direnişi döneminde protesto eylemlerinin orantısız şiddetin etkisiyle Başbakan’ın şahsında otorite suistimaline karşı meydan okumanın ifadesine dönüştüğünü ve temel sıkıntının ancak eşitlik ve özgürlüğü aynı denklemde ifade eden siyasal hareketlerin etkili olmasıyla aşılabileceğini belirtiyor.
Konferansın referans metnini sunan Balibar ise şiddet ve siyasete dair temel sorular üzerine yoğunlaştığı metninde tespit niteliğindeki şu sorusu ile okuru sarsıyor: “Şiddet artık ne kurumsal düzenin karşıtı ne de onun bir ‘kast’ ya da bir ‘egemen sınıfın’ tekeline alınmasının ve işlevinin saptırılmasının belirtisi olarak değil, bir anlamda kurumların işleyişinin genel koşulu, kurumların ‘evrensel doğallığı’ olarak görülüyorsa, siyasetin genel anlamda geriye çekilmesine, onun herkes tarafından artık yararsız ve etkisiz görülmesine nasıl şaşabiliriz?”
Yoldaş olmaya aday
Şiddetin her türlüsü ile kuşatıldığımız bir zaman ve mekânda elimizdeki kitap sorularımızı çoğaltmak kadar, yanıtlar için çabalamak konusunda da ilham ve cesaret verici. Bireyliğimizi ve içinde yaşadığımız toplumsal ağlarla olan ilişkilerimizi derinlemesine gözden geçirme ve tahlil etme imkânı sunan kitap, yoğunluğu ile uzun süreli bir yoldaş olmaya aday. Onunla çıkılacak yol ise kesinlikle özgürleştirici olacak.