Ahmet Coşkun, düşlerle somut gerçekliğin, toplumla bireyin birbirlerine değdiği yerlerde buluşturuyor ‘Acuka’yı.
AYSEL SAĞIR
Bir kitap okurken aynı anda başka yerlerde de gezinerek, başka kitaplar da okuduğunuz oldu mu? Ya da bilinçaltınızın okuma esnasında her şeyi bastırarak, sizi kendinizle yüzleştirdiği… Sevginin, aşkın, yakınlığın kişinin yoksunluklarına göre biçimlendiğini ya da. İşte ‘Acuka’ böylesine engin bir alan açıyor okuyucusuna. Ahmet Coşkun, düşlerle somut gerçekliğin, toplumla bireyin birbirlerine değdiği yerlerde buluşturuyor ‘Acuka’yı.
Düşlerin gündelik hayattaki izdüşümleri
Okuyucunun —bir önceki yapıtları— ‘İspinoz ve Fransız Balkon’la tanıdığı Coşkun, ‘Acuka’da da diğer eserlerindeki izleği takip ediyor. Hatta ‘Acuka’yı, ‘Fransız Balkon’un devamı niteliğinde de okumak mümkün. Coşkun’un eserlerinin karakteristiği ise, ben anlatıcısında biçimleniyor. Metinlerinde, okuyucunun karşısına, alabildiğine samimi ve yakın, alabildiğine eksikliklerine, varoluşsal durumlarına yoğunlaşmış bir karakteri çıkaran yazar, aynı zamanda metninin tüm olay örgüsünü de söz konusu karakterin iç dünyası üzerinden kuruyor. Ancak, düşlerin, iç konuşmaların izdüşümü gündelik hayata düşüyor. Somut durumları tüm çıplaklığıyla karşımıza çıkarmıyor Coşkun. Yaşanmışlıkları karakterinin iç dünyasından geçirerek aktarıyor. Her şey olup bittikten sonra olayların sivri yanlarının bireyi nasıl hırpaladığı ortaya çıkıyor.
“Kambur, çelimsiz ve sırtı eğri bir cüce” olan karakterin dünyasını, yine onun anlatımlarıyla izlerken, kapıldığımız his ise sadece bir ayrıntı. Güç ve onun uzantısı şeylerin baskın olduğu günümüzde, bedensel sorunları olan bir kişinin daha başından kaybettiğini söylemiyor yazar elbette. Ama mevcut, egemen değerlerin çizdiği tipoloji karşısına, onun tam zıddı bir görüntü çıkararak, var olanla çok güçlü bir karşıtlık kuruyor.
Yenilgi, yalnızlık, bedensel farklılık, öteki gibi daha da eklenebilecek durumları bünyesinde barındıran bir karakterin yaşamla ilişkisi söz konusu olunca, algı konusunu da bir kez daha gözden geçirmek gerekiyor. Böylelikle, dışlanmasına neden olan durumları yansıtma işlevi gören kahramanın aşık olmasıyla çıkmaz(lar)ı daha keskin bir hal alıyor. Yenilgi, tam olamama, belirsizlik, yarım kalmışlık, tek başınalık… metin biraz da buralardan yapılanarak, bireyin başat meselelerine odaklanıyor. Onun anlatımlarıyla, hep incindiğine, örselendiğine, engellendiğine tanık olduğumuz kahraman, komşusu Madam’a aşık olduğunda, bir imkansızlık(lar) döngüsünün de içine giriyor. Dolayısıyla, olaylar da bu döngü içinde biçimleniyor.
Gereğinden fazla hızlı yaşayınca…
“Sokağın ortasında yürümeyi seviyorum, kaldırımda değil. Ne de olsa çıkmaz sokağa araba giriş çıkışı çok nadir. Kaldırımlar birileriyle dolu oluyor genellikle. Üstelik bir tarafına da arabalar park etmiş vaziyette. İnsanların rahatsız etmeyeceğinden emin olsam onların yarattığı kuytuluktan hoşlanabilirim (...). Bir de sokağın ortasında yürüyor olmam insanları, yoldan geçen arabaları ürkütüyor. Oradaki halim onların bana kolayca bulaşmalarını engelliyor. Belki de gereğinden fazla hızlı yaşama davranışlarını kendilerine sorgulatıyor olabilir. Toplumsal yaşama müdahale ediyorum. Orada yürürken kim bilir nasıl şiddetli bir deli haline geldim?...”
Yaşamın mutlu, iyi yanlarıyla buluşmada bir engellenmeler silsilesi alıp başına giderken, söz konusu olumsuzluklar ise adeta bedene yansıyor. Aslında metindeki başat karakterin ‘kambur, çelimsiz, eğri, kısa’ bedenini bir metafor olarak da görebiliriz. Aynı metaforun bizim ve yaşadığımız kentin de bir gerçeği olmadığını kim söyleyebilir.