Küresel kapitalizmin son hali, —en hafif tabirle— etrafa pis kokular saçan geniş yüzey(ler)e yayılmış bir bataklığa dönüşmüş bulunuyor. Zira dünya nüfusunun yüzde doksanı, aşırı zenginleşmiş yüzde onun karşısında sefalete itilmiş durumda.
AYSEL SAĞIR
Küresel kapitalizmin son hali, —en hafif tabirle— etrafa pis kokular saçan geniş yüzey(ler)e yayılmış bir bataklığa dönüşmüş bulunuyor. Zira dünya nüfusunun yüzde doksanı, aşırı zenginleşmiş yüzde onun karşısında sefalete itilmiş durumda. Küresel sistem her gün, her saat —adeta gözler gibi— hayata tutunanları tespit edip yoksulluğun bataklığına itiyor. Çünkü dolaşıma dayanan sistem (kumarhane kapitalizmi) böyle buyuruyor.
Hiç de amansız olmayan çelişki
‘Azınlığın Zenginliği Hepimizin Çıkarına mıdır?’ diye soruyor Zygmunt Bauman. Yoksullar ordusunun her geçen gün niye büyüyerek arttığının yanıtı ise, Bauman’ın tespit ve analizleriyle küresel kapitalist sistemin yapısında gizleniyor. Bauman çalışmasında, başlıklı bölümlerle, yoksulluk ve zenginlik gibi kangrenleşmiş —hiç de amansız olmayan— çelişkiyi analiz ediyor. Son verilere baktığımızda bu hal, çelişkinin bile ötesine geçerek sınırları yerle bir ediyor; “Amerikan Gelişim Merkezi’ne (Center for American Progress) göre, bu otuz yılda Amerikalıların fakir olan yüzde 50’sinin geliri yüzde 6 oranında artarken, en zengin yüzde 1 için bu oran yüzde 229 olmuştur.”
1920’de Polonya’da doğan Bauman’ın; faşizmi, sosyalizmi ve kapitalizmi yaşadığı ve bütün bunlar karşısında bağımsız bir entelektüel olarak eleştirel mesafesini koruduğu düşünülürse; Bauman’ın argümanlarının önemi de bir o kadar değer kazanıyor. Bauman metninde, ortalığa saçılmış küresel kapitalizmi son derece yalın bir anlatımla gözler önüne sererken, paylaşımın saçmalık düzeyine ulaşmış orantısızlığını —işletmecilerin o çok sevdikleri— rakamlarla da açık ediyor. Ama en önemli saptamasını da —artık her sırrı bilinmesine rağmen— sistemin halen niye tıkır tıkır işliyor olmasının nedenlerini saklandığı yerden çıkararak yapıyor.
Zira yoksullaştırılarak, altlara temerküz kampları misali itilen büyük çoğunluk, üzerlerine yapışan her türden başarısızlığı bireyselleştiriyor. “Rekabetin kurbanları alenen, ortaya çıkan eşitsizlikle suçlanır; daha da önemlisi, halkın verdiği hükme kanıp, kendilerine olan saygıları ve özgüvenleri pahasına kendilerini suçlamaya kalkışırlar. Böylece, yaralarına bir de aşağılanma eklenmiş, kanayan sefalet yarasına ayıplanma tuzu basılmış olur.”
Sistemin başarısı ise —Bauman’ın gösterdiği gibi— yaşanan büyük eşitsizliği yoksulların kabul etmesinde yatıyor. Adeta ruhları bünyelerinden kopartılmış, kendilerini, aşağılık, değersiz, işe yaramaz gören büyük kalabalıklar; tüm yaşadıklarına neden olan kapitalist sistemi neredeyse kutsuyor. Bauman, tam da burada yoksulların gerçek düşmanlarını sevmesi gibi bir delil yakalıyor. Bunun çözümlerinden biri de, duyguların, algıların ve düşüncelerin gerçek nesnesine kavuşmasından geçiyor. Ancak bu hiç de kolay değil. Sistemin CEO’ları, şekillendirdiği medya, tüketim nesneleri bunun önüne geçiyor. Peki, yoksullar tüketime hayatsal anlamlar niye yüklüyor? Acaba tüketim nesneleri tanrısallığını, etraflarına örülen iç boş değerlerden mi alıyor?
Tüketicilere ışıltılı ödüller
“Sözde mevcut potansiyel tüketicilere sunulan ışıltılı ödüller (mutluluk dolu yaşama eşdeğer ödüller) gösterisini izleyip de ziyafetin kapısından her gün geri çevrilen dışlanmışlık deneyimi yaşayanlar öfke ile kin” biriktiriyorlar. Ancak “ara sıra kısa süreli, çılgın tahribat partilerinde” patlayanlar sadece sistemin zararsız uzantılarından başka bir şey ifade etmiyorlar. Zira “mutluluk arayışının alışverişte olduğu ve mutluluğun mağaza raflarında aranması gerektiğini ve orada bulunabileceğini söyleyen tüketim toplumunun temel ilkesini sorgulayıp buna meydan okuma niyetlerinden ziyade, göz açıp kapayıncaya kadar da olsa tüketici cennetine girmek için duydukları umutsuz arzuları”nı dışa vuruyorlar.
Tüketim nesnelerini bireyin arzularıyla özdeşleştirmeleri doğrultusunda kapitalistler adına çalışan kültür endüstrisi, —Bauman’ın altını kalınca çizdiği— sevgiden çok, narsistik duygulara hitap ediyor. En önemlisi de, sistem kendini “ekonomik büyüme” gerekçesiyle meşrulaştırırken, asıl olarak ekonomik büyüme “az sayıda insan için servet artışı, sayılamayacak kadar çok olan diğerleri içinse sosyal statüde ve kendine saygıda hızla bir düşüş anlamına geliyor.” Büyük çoğunluğun benliklerini ele geçiren sistem, bütün gücünü de buradan aldığına göre, ne yapmak gerektiğini de söylemeye gerek yok artık.