Ayfer Tunç ile ‘Dünya Ağrısı’nı, edebiyattaki 25. yılını ve Türkiye’yi konuştuk.
NAYAT KARAKÖSE
Ayfer Tunç’un uzun zamandır beklenen yeni romanı ‘Dünya Ağrısı’ okuyucuları ile buluştu. ‘Dünya Ağrısı’ çok değerli bir roman, çünkü bir yandan yüzleşme, hakikat arayışı, hafıza gibi konuları barındırıp, “Nasıl hatırlıyoruz? Neyi hatırla(ya)mıyoruz?” gibi meselelere ışık tutarken, öte yandan da özgürleşemeyen, kendini gerçekleştiremeyen, babasının hayatına ipotek koyduğu bir erkeğin dramını anlatıp erkeklik durumunu tartışmaya açıyor.
Dolayısıyla da erkeğin dramının bir kadının trajedisine nasıl dönüşebileceğine ışık tutuyor. Erkeklik durumunu tartışmaya açtığı için de edebiyatta bir o kadar avangard. ‘Dünya Ağrısı’ zamansız ve mekansız bir roman; içinden buram buram Türkiye geçiyor, öte yandan evrensel, çünkü insanlığa dair. Bir halkın nasıl faile, bir insanın nasıl kurbana, bir mazlumun, nasıl zalime dönüşebildiğini anlatan, hissettirdikleriyle, düşündürdükleriyle ‘Dünya Ağrısı, Türkiye edebiyat tarihinin en özel romanları arasında yerini alacak. Ayfer Tunç ile ‘Dünya Ağrısı’nı, edebiyattaki 25. yılını ve Türkiye’yi konuştuk.
-
Dünya Ağrısı'nda özgür olamayan, kendini gerçekleştirmeye fırsat bulamayan bir erkek olan Mürşit'in dramına şahit oluyoruz. Bu durum, topluma ve kadınlara nasıl yansıyor?
Bu kitabın iki ana kanalı var; birincisi toplumsal kötülük. Gayet iyi niyetli insanlar zannettiğimiz kitle nasıl güruha dönüşebilir, nasıl hızla günah ve suç üretebilir ve biz bu kültürün nasıl kurbanı, faili, maktulü olabiliriz konusuna ışık tutuyor. İşin bir tarafı buydu ama toplum dediğimiz şeyin çekirdeği aile ve aile aslında tek başına ele alabileceğimiz bir şey değil. İkinci kanal ise toplumu biçimleyen aile ve aileyi biçimleyen toplumu ele almak oldu. Ben Türkiye’deki kadına yönelik şiddetin ve kadının giderek zorlaşan sözde özgürleşme diye görünen bu yeni durumun altında aslında erkeklerin tutsaklığından doğan bir acının dışavurumu olduğunu düşünüyorum. Şuna inanıyorum, erkekler kendileri özgürleşmedikçe kendi hayatlarını kuramadıkça, sırtlarındaki dünya ağrısından kurtulamadıkça bu bir kısır döngü olacak ve kadınlar da özgürleşemeyecek.
-
Siz bu kitapla aslında biraz daha görünmeyene bakmamız gerektiğini fısıldıyorsunuz, erkeklerin de kurban olabileceğini düşünmüyor musunuz?
Erkekler toplumun onlara verdiği baskının farkına varmadıkça ne kendileri mutlu olacak ne de kadınlar. Mesela kadın şiddetinde de erkeği biz hep fail olarak görüyoruz. Onu o noktaya getiren unsurlar hakkında düşünmüyoruz; evet ben de nefret ediyorum, ama bu süreci üreten şey ne? Niye adam bunu yapıyor? Çünkü toplum o erkeğin üzerine öyle bir baskı kuruyor ki, ‘eğer onun bedelini ödetmezsen erkek değilsin’ diyor. Toplumun yarattığı erkeklik imgesinin asıl kurbanı erkekler aslında. Kadınlar fiziksel, erkekler ruhsal kurban.
-
Erkeklerin durumunu ele almak edebiyatta da biraz ihmal edilmiş. Türk edebiyatında başka örnekleri var mı?
Aslına bakarsanız bu kitabın akrabalığı olan Yusuf Atılgan’ın ‘Anayurt Oteli’ndeki Zebercet’in durumu da benzerdir. Bir aile üzerinden okunulması mümkün değil belki ama o da bir erkeklik durumunun kurbanı. ‘Anayurt Oteli’ de bir tür Türkiye metaforudur. Ama şunu da söylemem gerek; ‘Anayurt Oteli’nden bugüne Türkiye’de hiçbir şey değişmedi. Hatta daha da kötüleşti. Türkiye’nin siyasi ve edebi tarihine göz atarsak, bu artık erkeğin kurban olma halini tartışmak için bir başlangıçtır bence. Biz kadın-erkek durumunu hiç konuşmadık ki, 1960’larda şehirli entelektüel bunu ancak konuşuyordu, o da şehirli olmayan kadın ve erkek ilişkilerinde gelenekseli didiklemekle meşguldü. O dönemin bakışı sosyalizmin etkisiyle o feodal ilişkileri ölçmekti. Hiçbir yerde kurban tek başına değildir, fail de kurbandır aslında. Bu sanki erkekleri anlamaya çalışırsak kadının meselesine ihanet ediyormuşuz gibi bir ruh hali içindeydik bir dönem…
-
Yüzleşme meselesi de kitapta sıkça var, kitapta da geçtiği gibi hafıza en büyük düşmanımız mı? Bunu toplumsal hafızaya uyarlarsak, Türkiye nasıl baş ediyor hafızayla?
Türkiye’de yüzleşmek bir zincir; çektikçe geliyor, bittiği bir yer de yok. Hafıza, bizim gibi toplumların düşmanı, daha doğrusu toplumu yönetme erkini elinde tutanların düşmanıdır. Hatırlamak korkunç bir şey, hatırlamak yükün kendisi, hatırladığınız zaman gereğini yapmanız gerekir. Ama bu toplumun Osmanlı’dan beri yaptığı şey örterek, gömerek ilerlemek. Benim iddiam şu; buna daha fazla dayanamayız, toprağa günahlarımızı gömeceğimiz yer kalmadı. İnsanın savunma mekanizmalarından birisi unutmaktır, unutarak kendini savunur, ama travmayla patlar, çünkü sonsuza kadar onu unutmak mümkün değil.
-
Bir söyleşinizde “Yüzleşme ile ilgili asıl sınav 2015’te” demiştiniz. Nasıl bir yüzleşme. Devlet tarafından gelecek bir özür sizin için ne ifade ediyor?
Diyelim ki Başbakan Erdoğan ve güç sahipleri ‘günahtı, kabul ediyoruz ‘ dediler, bu toplumsal durum değişmedikçe bunun ne yararı var? Diyelim ki Türkiye Cumhuriyeti ‘özür diliyoruz’ diye bir genelge yayınladı, bu resmi bir yazıdır, bunun altındaki insan davranışı değişmeyecekse ne ifade edecek? Bu konuda ümitsizim, bu konuda sivil dünyanın iyi bir sınav vereceğini beklemiyorum, olumsuz sonuçlara da yol açabilir, bunun nasıl yönetileceği çok önemli. Mesela Dersim özrünün hiçbir sonucu yok. Sabiha Gökçen Havalimanı halen orada duruyor. Yüzleşme konusunda birazcık gaz alındı ama en zararsız olanı seçildi. Bu yüzleşme midir? Hiç emin değilim…
-
Kitapta öldüğünde Ermeni olduğu öğrenilen Kamar’ın hikayesi de var. Sizin de böyle sarsıcı keşifleriniz oldu mu?
Özellikle Ermeni meselesi konusunda son yıllarda çok üzücü tecrübelerim oldu. Adapazarlıyım, 1897’de Adapazarı’nda her üç kişiden biri Ermeni. Bugün Ermeni deseniz orada yaşayanlar ‘o ne ki!’ diyebilir. Nasıl olur da bu kadar kısa sürede bu nüfus yok olur! Bu beni çok etkiledi. O insanlar gerçekten unuttular, çünkü unutmazlarsa o günahla yaşayamazlar. Yakınlarda şöyle bir şey oldu; ablam İzmit, Bahçecik’e taşındı, onlar orayı bağ bahçe sanıyorlardı. Sonra Ohannes Aram Kondayan’ın ‘Sandıktaki Hatıralar’ kitabını okuyunca anlatılan yerin Bahçecik olduğunu gördüm. Orada manastır, kilise, hastane, okullar varmış. Bahçecik, Ermeni yerleşim yeriymiş. Ablama anlattığımda yüzündeki ifadeyi anlatacak sözcükler bulamıyorum. Bir katliamın üstünde mi oturuyorum korkusunu onu yüzünde gördüm. Ablam şimdi artık bunu bilerek yaşıyor.
-
Edebiyatta 25. yılınız, yazmasam eksik kalırdım dediğiniz kitabınız hangisi?
Yazmasam da olurdu diyebileceklerim var. ‘Kapak Kızı’ mesela, zaten o beni üzmüş bir kitaptı. Beni tam ifade eden bir kitap değil. Herhalde ‘Bir Deliler Evinin Yalan Yalnış Anlatılan Kısa Tarihi’ni yazmasam eksik kalırdım derim… Onu 500 sayfada bitirdim ama sonsuza kadar yazabilirdim.
-
Hayalinizdeki rakı sofrasında hangi edebiyatçılar olurdu?
Ben çok şanslıyım çünkü Edip Cansever’in, Turgut Uyar’ın sofrasına oturdum. İlhan Berk ve Ece Ayhan’la da… Yaşar Kemal’in evinde sofrasına konuk oldum. Şimdi olsa Ahmet Hamdi Tanpınar’ı, Oğuz Atay’ı isterim, Leyla Erbil’le çok oturdum kalktım, baştacımdır. Halide Edip Adıvar’ı tanımayı çok isterdim, çok kuvvetli bir kadın, giderek değerini daha iyi anlıyorum. Onun da olduğu bir masa fena olmazdı…
-
Edebiyatla ilgili en büyük hayal kırıklığınız?
Ben edebiyata başladığımızda geleceğimiz yerin böyle bir yer olduğunu düşünmemiştim… Biz bir edebiyat dünyasının parçaları değiliz, kitap yazan insanlarız, romancılarız ama bu bizim bir edebiyat zeminine bastığımızı göstermiyor. Eskileri düşünüyorum, gerçekten bir edebiyat dünyası vardı, Yaşar Kemal Markize gidiyordu, orada Haldun Taner oluyordu, orada gerçekten sanat, edebiyat konuşuluyordu. Edebiyatın mecrası yok, kalmadı. Bir kitap çıkardığınuzda sizinle gazeteler söyleşi yapıyor, gazeteler niye kitap için söyleşi yapar ki? Normalde edebiyat dergisi olur, gazetenin edebiyat ekinde olur. Allahtan kitap ekleriyle idare ediyoruz. Bir de sanat dalları ayrıştı, birbirinden koptu. Benim müzisyen, ressam arkadaşım yok. Sinemacılar ara ara yaklaşıyorlar edebiyatçılara ama arkadaşım değil hiçbiri. Bu kadar kopuk olduğu zaman sanat nasıl üretir ki? İlhan Berk’in kitabını Abidin Dino resimliyordu, İlhan Usmanbaş, Ece Ayhan’ın şiirini besteliyordu, Adalet Cimcoz galericiydi ve entelektürel dünyayı bir araya getiriyordu. Biz birtakım kokteyllerde bir araya geliyoruz, bu bir hayat değil, piyasa. Sanatın bu derece piyasalaşması bir hayal kırıklığıdır.