Ermeni harfli Türkçe yazılı edebiyat (örneğin romanlar) söz konusu olduğunda devreye giren görmezden gelme ve öteleme tutumu, ‘unutulmuş millî ruhu’ en asil bir biçimde temsil ettiği düşünülen halk edebiyatı için tam tersine döner.
MURAT CANKARA
Zabel Yesayan ‘Silahtarın Bahçeleri’nin (1935) bir bölümünde ailesini anlatırken büyük büyükbabası Şirin’in ‘aşuğ’, onun kardeşi Ferhad’ın meddah ve büyükbabası Hagop’un da aşuğ olduğundan söz eder. Yesayan’ın çocukluğunda Üsküdar’ın yaşlıları, Hagop’un özellikle doğaçlama şiirleriyle benzersiz bir aşuğ olduğunu; Türklerin onu çok takdir, hatta ona çıraklık ettiklerini anlatırlarmış. Hagop’un bazen şiirlerini Ermeni harfleriyle Türkçe yazdığı da söylenirmiş ama ne yazık ki Yesayan bunlardan hiçbirine ulaşamamış, büyükbabasının üç şiirini bir başkasından dinlemekle yetinmek zorunda kalmış.
Pamukciyan ve Kut’un izinde
M. Sabri Koz, Zabel Yesayan’ın dedesi Hagop gibi Türkçe şiir söylemiş ve bunları Ermeni harflerini kullanarak yazmış ‘aşuğ’lar üzerine çalışan, bu konuda çok sayıda makale üretmiş bir araştırmacı. Kevork Pamukciyan ve Turgut Kut’un izinden giderek, ister cönklere yazılmış ister basılmış olsun, sözlü edebiyat örneklerini gün ışığına çıkarıyor. ‘Gül Ağacı Boy Vermez: Ermeni Harfli Türkçe ve Ermenice Mâniler’ işte böyle bir çalışmanın ürünü. Kitapta tıpkıbasımlarıyla birlikte verilmiş 320 mâninin çevrimyazısı var. Üstelik bu, Turkuaz Yayınları tarafından hazırlanacak bir dizinin de ilk kitabı. Bu mânilere, Ermeni harfleriyle yazıya geçirilmiş Türkçe başka folklor ürünleri de eklenerek ortaya bir güldestenin çıkarılması amaçlanıyor.
Kitabın folklor araştırmacıları, dilciler, kültürel etkileşimin ele avuca sığmayan örneklerinin peşinde koşan karşılaştırmalı edebiyatçılar ve Ermeni harflerini ya da el yazısını öğrenmek isteyenler için çekiciliği aşikâr. Üstelik Koz’un dipnotları da Ermeni harfli Türkçeye özgü bazı kullanımlar konusunda oldukça aydınlatıcı. Öte yandan, ‘Gül Ağacı Boy Vermez’ ve onu takip edecek kitaplar yalnızca bunun için önemli değil. Folklorun ulus-devletin kurucu disiplinlerinden biri olduğunu biliyoruz; ulusun özünü, ulusu kuran unsurlar arasında en saf ve otantik olanını temsil etme iddiası konusunda pek az disiplin onunla yarışabilir. Milliyetçilik açısından bakıldığında, okumuş yazmış sınıfların her türlü ‘yabancı etkiye açık’ ve ‘kozmopolit’ yazılı kültürünün aksine, ‘halkın bağrından kopup gelen’ sözlü kültür çok daha makbuldür.
İşte çarpıcı bir örnek: Modern Türk tarihçiliğinin kurucusu sayılan Fuat Köprülü’nün ‘Türk Edebiyatı’nın Ermeni Edebiyatı Üzerindeki Tesirleri’ (1922) başlıklı o çok meşhur makalesi aslında Arşag Çobanyan’ın ‘Les Trouvères Arméniens’ (Ermeni Aşuğları, 1906) kitabına bir yanıt olarak kaleme alınmıştır. Köprülü, Türk edebiyatını inşa ederken özel bir önem atfedeceği sözlü edebiyatın önemli bir unsurunu Ermenilere kaptırmamak istemiş olmalıdır. İşin ilginç yanı, Çobanyan’ın yazdıklarında da benzer bir yaklaşımın izlerini görmek kolaydır. Üstelik Fransız arkeolog ve Mısırbilimci Jacques de Morgan, 1919 yılında, Çobanyan’ın ‘aşuğ edebiyatı’ hakkındaki düşüncelerini, Ermenilerin Aryan ırkına mensup olduklarının bir kanıtı olarak gösterecektir. Kısacası 20. yüzyılın ilk çeyreğinde, Türkçe şiir söyleyen halk şairlerini Türk ya da Ermeni ulusal kültürüne dahil etmek ve hatta buradan yola çıkarak ırksal aidiyet belirlemek için küçük çapta bir savaş verilmiştir; Köprülü tarafından yazılan, Ermeni ve Türk edebiyatlarını karşılaştırmalı olarak ve kültürel etkileşim kavramı ışığında inceleyen yaklaşımın bugün hâlâ tekrarlanmaktan öteye gidilmeyen kurucu metni, aşuğ ve âşıkları kültürel olarak sahiplenme savaşının bir ürünüdür.
Dırtad Vartabed Baliyan’dan Dede Korkut hikâyesi
Ermeni harfli Türkçe yazılı edebiyat (örneğin romanlar) söz konusu olduğunda devreye giren görmezden gelme ve öteleme tutumu, ‘unutulmuş millî ruhu’ en asil bir biçimde temsil ettiği düşünülen halk edebiyatı için tam tersine döner. Bu nedenle, 1898’de ‘Püragın’ adlı dergide yayımlanan ve daha sonra Kevork Pamukciyan tarafından Türkçeye tercüme edilen ‘Akkavak Kızının Hikâyesi’ Orhan Şaik Gökyay’ın dikkatine sunulduğunda Gökyay dehşete kapılmış olmalıdır. Yoksa neden, titizliğiyle meşhur bu edebiyat tarihçisi, Kayseri’nin bugünkü adıyla Gesi köyünde konuşulan Ermeniceyle —araya Türkçe kelimeler de katılarak— anlatılan ve 19. yüzyıl sonunda Dırtad Vartabed Baliyan tarafından derlenerek yayımlanan bu Dede Korkut hikâyesini görmezden gelsin ve ‘Dedem Korkudun Kitabı’nın bir sonraki baskısında ondan hiç söz etmesin?
O halde tam da şimdi ve bu yüzden, ‘mâniler’ bir daha dönmemecesine gündelik yaşamımızdan çıkmışken, Ermeni harfli Türkçe mâniler! Zira onlar, Ermeni harfleriyle Türkçenin en olmayacak yerde bir araya gelişini belgeliyorlar.