Orkun Saka, dünyadaki krizin etkisini azaltma konusunda önemli roller üstlenen merkez bankalarını yazdı.
ORKUN SAKA
orkunsaka@yahoo.com
Sahi merkez bankaları ne iş yapar? Hâlihazırda yaşanmakta olan ekonomik krizi durdurmaları mümkün müdür? Ya da hiç olmadık yerde yeni bir krize kapı aralayabilirler mi? Hani “normal şartlar altında” karşılıksız para basabildiklerini, politika faizini belirleyerek enflasyonu dengede tutmaya çalıştıklarını filan biliyoruz da, peki kriz kapıya gelip dayandığında nedir bu bankaların halleri?
Belki de merkez bankacılığını, 2007’den öncesi ve sonrası diyerek ikiye ayırmak gerek. Öncesinde tek görevi fiyat istikrarını sağlamaktan ibaret olan merkez bankaları, Büyük Resesyon ile beraber dünyanın her yerinde adeta birer kriz kahramanına dönüşüverdiler. Finansal istikrar, sistemik risk ve hatta üretim ve işsizlik gibi konuları dahi politikalarına dâhil edip kendi içine doğru devrilmekte olan küresel ekonomiyi şimdiye dek ayakta tutabilmeyi başardılar. Ya da daha doğrusu, kapitalist sistemin kendi varlığını dahi tehdit edecek büyük bir iç krize doğru yuvarlanmasını önleyebildiler.
Örneğin bu bankalardan en önde gideni, tahmin edileceği üzere Amerikan Merkez Bankası (FED) oldu. Ben Bernanke gibi finansal krizler üzerine uzman bir akademisyeni, tam da kriz alevlenmekteyken başına geçiren banka, geçmiş merkez bankası başkanlarının (bkz. Alan Greenspan) suya sabuna dokunmayan duruşunu terk edip piyasalara bol miktarda likidite enjekte etti. Parasal genişleme politikası üzerinden tahvil alımlarıyla kendi bilançosunu şişirirken, bir yandan da küresel sistemi nakitle besleyerek olası bir deflasyon tehlikesini önlemiş oldu. Üstelik para politikalarını, işsizlik ve üretim gibi rakamlara dayandırarak, bastığı paranın ekonomide reel yatırımlara dönüşmesini de teşvik etmiş oldu ki, bu bir merkez bankası için geçmişte neredeyse görülmemiş bir hamle idi. 2009 yılında Time dergisi Bernanke’yi “Yılın Kişisi” seçerken, merkez bankalarının artan popülaritesi de gözler önüne serilmekteydi.
Bir diğer örnek ise Avrupa Merkez Bankası (ECB). Özellikle “Süper” Mario Draghi göreve geldiğinden beri heterodoks bir çizgi izleyen ve en son 2012 Eylül’ünde ilan ettiği “doğrudan parasal işlemler” politikasıyla Avro ülkelerinin tahvillerine sınırsız destek getirerek, İspanya ve İtalya gibi ekonomilerin iflas etmesini önleyen bankanın icraatları, henüz yeterince takdir görmüş değil. Ne var ki, benim de içinde bulunduğum birçok akademisyenin son çalışmaları, bankanın Avrupa’yı “kopuş”un eşiğinden nasıl akıllıca döndürebildiğini ispat eder nitelikte ve öyle görünüyor ki, Draghi’nin bu son icraatları daha çok konuşulacak.
Bir de Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası var elbette. Küresel panik süresince uyguladığı başarılı “faiz koridoru” politikasıyla sıcak parayı iyi yönettiği söylenebilir. Ancak FED’in parasal genişlemeyi durdurma sinyalleri ve ülke içi politik risk etmenlerinin arttığı bir dönemde, merkez bankamızın yalnızca döviz satarak sermaye çıkışlarını durdurabileceğini düşünmesi ve siyasi baskı hissederek faiz frenine gidememesi de olmayacak bir krize kapı araladığı şeklinde yorumlanabilir. Geç gelen faiz artırımlarından sonra ise döviz kurunun ve reel ekonominin nasıl etkileneceğini hep beraber göreceğiz.
Son söz olarak, merkez bankaları (hani şu gri takım elbiseli ve enflasyondan başka bir şey konuşmayan sıkıcı teknokratlar takımı) son yıllarda giderek popülerleşip gündemin merkezine oturmaya başlıyor. Bize ise ticari bankaların marifetiyle başlayan bir küresel krizi, en iyi ihtimalle daha az zararlı hale getirmeye çalışan bu süper kahramanları seyretmek düşüyor.