Pakrat Estukyan, Agos’un Ermenice sayfalarında yayımlanan ‘Ahmet Atakan’a ve Revan’a Ağıt’ başlıklı yazısında “Yirmi iki yaşında bir gencin, Ahmet Atakan’ın ölümünü anlatsam sesim sana ulaşır mı? Ya sekiz yaşında bir kız çocuğunun, Revan’ın kırk yaşında bir adamla evlendirildiği günün akşamı öldüğünü söylersem, bunu duyar mısın?” diye soruyor…
PAKRAT ESTUKYAN
Kimsin sen ahbap? Kimsin, neredesin? Yaşadığın ülke, şehir, kasaba, köy, mahalle dünyanın zenginliğinin biriktiği kuzey yarımkürede mi, yoksa kara talihli Afrika’nın da bulunduğu güney yarımkürede mi? Ne yapar, ne edersin? Bir işin var mı, yoksa neyle geçinir, nasıl yaşarsın? Biliyorsun, dünyada çalışabilecek durumdaki insanların yarıya yakını işsiz. Yoksa senin geçim için çalışmaya ihtiyacın yok mu? Ya da varsa bile evlenmişin de karın hem kendine hem de sana mı bakıyor? Otuz uykusuz saatin ardından, gün henüz ağarmadan Kumkapı’daki balıkhaneye yanaşan balıkçı teknesinin sahibi 30’ar lira dağıtıyor tayfalara, ambardaki balıklar kasalarla sahile çıkarıldıktan sonra. Av yasağı bitti, otuz lira kazandı diye seviniyor ağzındaki dişlerin yarısı dökülmüş otuz yaşındaki tayfa. Senin de bir işin var mı?
Sahi kaç yaşındasın ahbap? Genç misin, çocuk musun, elden ayaktan düşmüş bir yaşlı mısın? İşlediğin suçların cezasını sen mi çekersin, başkaları mı? Yetişkin dedikleri yaşta mısın yoksa? Bir de cinsiyetini merak ediyorum. Kadın mısın, erkek misin, ya da hem kadın hem erkek mi? Anne veya baba olmanın sevincini ve acısını tatmış mısın? Hastalandığında çocuğunun saçlarını okşadın mı hiç şafağa kadar?
Yirmi iki yaşında bir gencin, Ahmet Atakan’ın ölümünü anlatsam sesim sana ulaşır mı? Bir şey ifade eder mi senin için? Şehrin birçok semtinde ve ülkenin birçok şehrinde insanlar sokaklara çıktılar Ahmet’in ölüm haberiyle. Bilmem duydun mu, ya da anımsar mısın, insanlar Paris’te, Londra’da, Atina’da da sokağa çıkmışlardı, oralarda da Ahmet gibi gençler polis şiddeti ile öldürüldüğünde.
Ya sekiz yaşında bir kız çocuğunun, Revan’ın kırk yaşında bir adamla evlendirildiği günün akşamı öldüğünü söylersem, bunu duyar mısın? Duymaya duyarsın belki de, tepkin ne olur acaba? İslam dinine lanet mi okursun kuzey yarımkürenin batı yakasından. Yoksa kader gibi mi görünüyor sana doğu yakasından baktığında? Sahi sen hiç uzak doğuya torunun yaşında çocuklarla cinsel dürtülerini tatmin etmeye gittin mi? ‘Uygar’ dünyadan turlar düzenleniyor emekli zengin dedelerin sapkınlığına doyum olsun diye. Çevrende kimler var? “Hiç değilse bir kez denemeli” diyerek seni cesaretlendiriyorlar mı?
Gerçekten merak ediyorum, hangi dille konuşmalıyım senle? Derdimi nasıl anlatmalıyım?
Bir ocağın ateşi söndü. Ne ateşi, umudu söndü. Bir başbakan kutladı cinayet işleyen polislerini. Kutlamakla kalmadı, bilmem kaç maaş ikramiye de verdi. Bir vali ‘marjinal’ dedi ülkenin vicdan sahibi insanlarına.
Bir anne ağlıyor şimdi Yemen’de. Eminim oralarda bir yerlerde din uleması da kitabından alıntılar, misaller getirerek öğütler vermektedir erkeklere, çocuk gelinlerle neyi nasıl yapmaları konusunda.
Ben sana neyi nasıl söyleyeyim ey insanlık? Lanet mi okuyayım, küfür mü edeyim değer verdiğin şeylere? Dinine, medeniyetine, kültürüne mi söveyim? Hiçbiri içimdeki öfkeyi dindirmeye yetmiyor.
Ses ver ahbap. Her neredeysen ses ver. İster bir huzurevinin çatısında ol, ister yerin yüzlerce metre dibindeki bir maden ocağında, ya da öğretmenler odasında bir lisenin. İster sınıfta ol, ister derste, sırada, ister bir ağacın gölgesinde. İstersen gecekondundan çık gel, istersen yüksek duvarlı, kapısında özel güvenlik bekleyen sitedeki dairenden. Yeter ki yık insanlığını sınırlayan duvarları. Gel ve sesini sesimize kat. Çığlığımı duymazsan, duyup da gelmezsen çaresiz senin için de dizlerimi dövmek zorunda kalacağım Naregatsi’nin acısıyla; “Vay başıma, vay başıma, vay başıma...”