Klasik müzik çoğunlukla elittir. Ama bu elitizm müziğin özünden gelmez. Ona elit sıfatını yapıştıran bizlerin klasik müziğin etrafına ördüğü duvarlardır. Yine de duvarın bir taşını çıkarmamız bile müziğin bize sızmasına şans verir. Bazense, duvarın öteki tarafında bizleri beklerken çoktan tuğlalarla oynamaya başlamış müzisyenler vardır. Sertan Şentürk yazdı...
Sertan Sentürk
sertansenturk@gmail.com
Klasik müzik çoğunlukla elittir. Klasik müzik konserlerinde “şık,” hiç olmazsa “temiz” giyinmeniz gerekir. Konser esnasında sessizce yerinizde oturursunuz. Değil yerinizden kalkmak, rahatsız koltuğunuzda fazlaca hareket etmeniz ya da ufak ve seyrek öksürükler dışında en ufak bir ses çıkarmanız bile büyük bir ayıptır: dinleyicinin binlerce yıldır gerçekleştirdiği müziği sesli olarak takdir edebilmesi ve müziğe yeri geldiğinde dansla, ritimle, eşlikle vb. katılması, klasik müzikte “deneysel” bir çalışma olarak addedilir. İşin komiği nispeten “fazlaca” hareketin zıttı da dinletide ayıptır: konserden sıkılma ve sıkıntıdan uyuyakalma hakkınız yoktur. Müziği beğendiğinizi ise “çok sevdim” gibi kısa bir tabirle açıklayamazsınız. Besteyi, icrayı ve müzikal geleneği olabildiğince detaylı irdelemeniz gerekir ki müziği gerçekten de sevdiğinizi ya da onu sevebilme bilgisine sahip olduğunuzu kanıtlayabilesiniz (sanki mutlak bilgiye ulaşma imkanımız varmış gibi). Sınırın öteki tarafındaki klasik müzik icracıları da bu kurallara tabiidir. Temiz, düzenli ve hatasız olmak zorundadırlar. Tabii onlar biraz daha avantajlıdır; çünkü görücüye çıkanlardır, özeldirler ve bizlere sanatlarını yükseltilmiş, tahtlaştırılmış bir platformdan sunarlar.
Bu duruma indirgemeci bir bakış açısıyla bakarsak işin içindeki ironiyi rahatlıkla görebiliriz. Çünkü seslerin yüksekliği, uzunlukları, frekansları ve tınılarından; onların oluşturduğu notalar ve vuruşlara; oradan melodiler, tempo, ritim, gam ve enstrümantasyonlara, seviyeyi ne kadar yükseltirsek yükseltelim, müziğin içinde kaldığımız sürece, bu elitizmi bulamayız. Müziğin anlattığı metaforların dış dünyayı tanımlamada aracımız olan dil ile bire bir bağlantısı olmasına gerek yoktur; hele ki klasik müzik gibi baskın olarak enstrümental olan bir türün... Aslında klasik müziğin etrafına ördüğümüz bu duvarlardır ona elit sıfatını yapıştıran. Yine de duvarın bir taşını çıkarmamız bile müziğin bize sızmasına şans verir. Bazense, duvarın öteki tarafında bizleri beklerken çoktan tuğlalarla oynamaya başlamış müzisyenler vardır...
Victor Borge ile tanışın: Danimarka doğumlu, çocukluğundan bir piyano dahisi olacağını belli etmiş, Nazi işgaline rağmen çok ciddileşememiş bir çocuk. Yirminci yüzyılın en yetenekli piyanistlerinden ve kesinlikle de en komiği. Sahnesinde, bestecilerin isimlerini yanlış okuyup aslında başkalarının yanlış olduğunu iddia eden, piyano başında ucuna oturması gereken beygirden her an düşen, seyircilere nota satan, operacı bir soliste eşlik ederken “ne bağırıyorsun” tepkileri veren, Muppet Show’da Ayışığı Sonatı’nı çalarken hem Fozzie Bear’ı hem kendini üstüne de Beethoven’ın kendisini uyutabilen bir müzisyen. Klasik müziği seven ya da sevmeyen, herkesin içinden geçirdiği ama bir türlü söylemeye cesaret edemediğini tespitleri sahnede canlandıran bir komedyen. Hem de şovlarını benim diyen piyaniste taş çıkaracak kadar teknik ve müzikalite ile gerçekleştiren bir virtüöz. Merak ediyorsanız ya da bana inanmıyorsanız, Borge’nin (İstanbul Devlet Konservatuvarı’nın yetiştirdiği en yetenekli piyanistlerden biri olan fakat bizim pek hatırlayamadığımız) Şahan Arzruni ile düetini izleyin (İngilizce, altyazı dili Flemenkçe ya da “Hindi Türkçesi” bilmeyenlerden esprileri anlayamadıkları için özür dilerim):
Borge’nin en komik temalarından birisi de “yeteneksiz piyanist”tir. Borge’nin bir diğer skecinde Chopin çalması gerekmektedir; fakat parçayı asla öğrenememiştir. Kendisi beceriksizce hazırlanırken makyözden, kahveci çocuğa kadar herkes onun çalıştığı melodiyi büyük bir ustalıkla çalar. Borge bize yeteneğin ve müzikalitenin fraktan gelmediğini gösterir; dışarıdan en ilgisiz görünenimiz bile büyük bir müzisyeni içerisinde barındırabilir. Başka bir skecinde ise Borge, enstrümana çalışmanın önemini anlatırken yaşı ilerledikçe sıkı çalışması sayesinde daha iyi çaldığından bahseder. Bunu anlatmak için de aynı gamı küçüklüğünden şimdiki zamana kadar nasıl çaldığını taklit eder. Yaşını büyüttükçe aynı diziyi daha hızlı çalmaya başlar ve son derece ustaca bir teknikle bizi günümüze bırakır; lakin her çalışında yanlış notalara basmıştır. Zira önemli olan kusursuz bir teknik değildir; Borge bize kusursuz hatalarıyla mükemmelliğin kırılganlığını ve müziğe olan tutkunun güzelliğini tasvir etmiştir.
Peki, kusurluluğu Borge’ninki gibi incelikle tasarlanmış ince esprilerden ve “hatalı” müziklerden anlamamız şart mı? Basitçe beceriksizliğimiz içerisinde müzik yapmaya, daha da özeli klasik müzik çalmaya isteğimizi ortaya koyamaz mıyız? Cevabınız “neden olmasın?” ise, sizi Kubrick’in 2001: Space Odyssey’inin alternatif girişine davet ediyorum:
Duyduğunuz “rezalet”in adı Portsmouth Sinfonia. Yetmişlerde İngiltere’nin en tanındık orkestralarından bir tanesi. Özgünlükleri, insanların birkaç notadan sonra hangi orkestranın çaldığını anlamasından ve dinleyenin buruşuk suratından patlayan kahkahalardan belli. Günümüze uyarlansa muhtemelen bir “o kadar kötü ki, çok iyi” vakası olacak, Facebook’lardan yayılan toplumsal içerikli paylaşımlar arasında kendine yer bulacaktı.
Portsmouth Sinfonia’ya içeriden bakınca ise çok farklı bir bakış görüyoruz. Kendi tabirleriyle “dünya’nın en kötü orkestrası” olan Portsmouth Sinfonia, Portsmouth’ta sanat öğrencileri tarafından kuruluyor. Bir dönem, 20. yüzyılın en önemli bestecilerinden Brian Eno’nun da dahil olduğu orkestraya girme şartı ise müzisyen olmamak ya da hakim olduğunuz enstrüman ve ona yakın herhangi bir enstrümanı çalmamayı kabul etmek. Öte yandan orkestrada çalarken elinizden gelenin en iyisini yapmanız gerekmekte; kötü çalmaya çalışmak kabul edilmiyor. Orkestranın asıl amacı ise müziğin algılanmasıyla oynayarak ortaya deneysel performanslar çıkarmak. Başka bir değişle, orkestranın performansları, icra etmeye çalıştıkları beste yerine, ona ritmik ve melodik olarak oldukça “yakınsayan,” özgün ve tekrarlanamayacak bir eser çıkarmak.
Victor Borge ve Portsmouth Sinfonia’nın çok farklı amaçları ve etkileri de olsa ortak noktaları son derece katı bir gelenekten gelmeleri. Öte yandan, gerek Victor Borge, gerekse Portsmouth Sinfonia bu klasik müziğin tuğlalarını saklayarak eğlenseler de, her şeyde bir ikilik bulunduğu gibi, geleneğin temel taşlarına dokunmamış örnekler. Elbette bu örneklerin de ötesinde Moondog gibi aykırılığı tavan yapmış sayısız yapıbozucu bulunuyor. Ama, belki de, herkesi keşfetmenin öncesinde yapılacak en güzel şey doğrudan eylem: yani klasik mi “yavan” mı olduğunu düşünmeden, her yerde şarkı söylemek ve enstrümanları elimize almak; ve iyi ya da kötü bir şey yaptığımızı bir saniye bile düşünmeden, sadece mutlu olmak adına...