Ermeni yazar Levon Cavakhyan'ın 2008'de 'Azeriler benim düşmanım değil' diyerek 'Kirve' öyküsünü kaleme aldı.
Biz savaşa gitmedik, savaş yanımıza geldi. O zamana kadar mutluluk ve barış hüküm sürüyordu. Saat 17’de radyo «Danışır Baki»(1) dediğinde mutluluğun zirvesindeydik. Sesini sonuna kadar yükseltirdik. O dalga murazımızdı. Ordan yanık bir ses duyulurdu bir de, bir makam ki yürek parçalar, hüzünlü, melankolik cinsten…
- Bu düğün de kimin düğünü böyle ?- diye sorardı Aşkhen nenem:
Onun suçu yoktu. Bizim köyde sadece düğünlerde şarkı söylenirdi.
Oysa, melodi radyodan dışarı fışkırıp, eve girip, dışarı çıkıp, köşelerden akarak, meydana varıp... Azerbaycan’ı genişçe adımlardı. Dünya, SSCB adlı büyük bir devletti. Mutluluksa, komünistçe hüzünlü yanık bir makamdı. Yazın sıcaklığı damların kiremitlerinde yavaştan sönüyor, ayak izlerinden kızarmış toz tembelce yükseliyor ve dertli, yanık makamın tatlı hüznü, cennetlik haşiş misali aynı bal gibi kalınca kıvrılaraktan uyuşmuş beyinlerimize akıyordu. Komünizmin yolundaydık… Kadifemsi bariton sesiyle Aşot dedem bazen ‘Hayatımız kaybolmuş bir çalgı’ deyiverirdi. Bizim köyde şarkı-türkü işinde usta oydu herhalde. Elini kulağının arkasına atıp, bayatisini dünyanın kulağına çığırırdı. Ve sesi de Şınoğ’un suyu gibi çağlardı. Onun Türklerin Ayrum’undan Hasan adlı bir kirvesi vardı. Şarkısı oradandı işte. Onların arkadaşlığı dostluktu. Dedem Hasan’a kendini dağdan aşağı at dese, atardı. O ama ona dağdan düş demiyordu. O onu dağa çıkarıyordu.
1988 şubatıydı. Dağlardan tepetekla inmek zamanı gelmişti. Biz savaş gelip-çattığında boş değildik, mitingler yapıyorduk. Savaştan önce savaşın haberleri geldi. Sumgait’te Ermenilere katliamlar yapıldı. Biz, 32 şehidin resimlerini alıp, Dzidzernakapert’e çıktık. Tarih tekerrür ediyordu. Sonra Bakû(2) oldu. Ne zamana kadar kırılacaktık? Ben o zaman Eğitim Bakanlığı’nda çalışıyordum. Bizim binaya yapışık, uzun yıllardan beri çalışmayan Azerbaycan tiyatrosu vardı. Baltayı alıp, halkımın intikamını almaya gittim. Yöneticiler karşıydı, ben baltayı kaldırıyordum, onlar alttan aşağı çekiyorlardı… Yapılamaz, mümkünü yok, diyorlardı… Öyle öğretmişti Moskova. Önce mümkünü yok yapılamazı kırdım. Sonra kapıya geçtim. Baltayı kaldırıp kaldırıp alnının ortasına vurdum da vurdum... Kapı ağlamaklı gıcırdadı, geri geri gitti. Girişten ötede rutubet kokusu vardı, boş bir salonla, bomboş koltuklar duruyordu... Hayal kırıklığına uğramıştım biraz, doyuma ulaşmamıştım. Belki de, hani Hint ormanlarıyla karşılaşan Makedonyalı Büyük İskender’e benzeyen bir haldi. O, dünyanın ucuna ulaşmıştı, ben de tiyatro salonun kulislerine böyle vardım işte. Bizim kahramanlık arzularımıza göre bu yerler fazlasıyla küçüktü. Fakat sonra, yıllar sonra anladım ki, kavgam altı-üstü kapalı bir kapıylaydı, onun için de şimdi utanıyorum. Ama o zaman, utanmıyordum. O zaman, kahramandım. Taa insani doğama geri dönene kadar. Kahramanlık zamanları geridönmezlerde kaldılar. İnsan, kötülüğe karşı kahramanca mücadele ediyor genellikle. Kötü, hangi tarafta ama?... Kalk da karar ver bakalım... Sadece insan olabilene ne mutlu! ‘Ne mutlu kahramanlara’ demiyorum ben. Vatan onları yüceltsin... Benim kahramanlarım sıradan insanlardır. Gerçek insanın düşmanca sınırları yoktur. Onun vatanının sınırları yüreğiyle vicdanının bulunduğu yerlerdedir. Ve vay bu sınırları geçene! Bizim kirve, o sınırdan değil, ama gitti işte. Hikâyem bununla ilgilidir.
Aşot dedemin Ceyran’ı köyde bir taneydi. Onun gibi süt veren yoktu, fakat onun gibi tekme atan da yoktu. Ceyran’ın iki göl gözlerinde derya hüznü vardı. O, hüzünlü gözlerini dünyaya dikip, kendi payına düşen otu rahatça yerken, üzüntüsünde bu kadar isyankârlık olduğu hiç kimsenin aklından geçmezdi bile. İkindi vakti şişkin vücudunu bayırdan ağır-ağır sallayarak karnı dolu mızlayarak gelirdi. İnsanlar, sanki bir ineğin yanından geçer gibi yanından sakin geçerlerdi. O anda onun içinde inek mi yatıyordu yoksa boğa mı uyanıktı, söylemesi zordu. Bulanık bakışını bir an geçenlere yöneltirdi. Siyah, ıslak burun deliklerinde sıcak bir buhar yükselirdi. Bir de başını yere doğrultup göğsüne doğru çevirerek, sivri sivri boynuzlarını öne çıkarıp üstünüze varırdı. Erkekler şöyle veya böyle kendilerini savunurlardı. Allah etmeyeydi ki karşısındaki kadın olaydı. Utançla acıları saniyeler sürmez boynuzlarına asılı halde birbirine karışırdı. Mutlaka, eteklerini başına çekip, vücutlarını çevirererek, çıplak ayaklarını havaya dikerdi. Zavallı dedemin uykuları kaçmıştı. Onunla baş edebilmek için çok uğraştı... Değneğiyle onun kırmızı sırtını dağlıyordu ama nafile... birşey değişmiyordu. Ceyran itaatkâr bir şekilde duruyor ve sevgi ve hüzün dolu bakışlarını sahibine dikiyordu. Her darbeden sonra hafiften bir ses çıkarıp, dedemin yanaklarını yalamak için boynunu uzatıyordu. Elindeki değnek havada donup, güçsüzlükten asılı kalakalıyordu… Deh, şimdi kalk da dilsiz hayvana laf anlatmaya bak… Hayır, eli bıçağa gitmiyordu: Doğrusu satmaktı. Ama bu deli hayvanı kim alırdı?…
El uzatan yine kirvesi Hasan oldu.
-Men alam, Aşot Kirve, dedi. Senin Ceyran ineğini getir men alam.
Ermeni ulusal hareketi daha yeni yeni hız alıyordu. Her tarafta anti-Azeri duygular yükseliyor, kazan kaynıyordu. Hasan’a bizim ineğin bol sütü mü yoksa sipsivri boynuzları mı lazımdı, söylemek zordu ama... her halükârda, kirvemiz beh olarak 100 rubli bıraktı ve Ceyran’ı önüne katarak Türklerin Ayrum’una doğru sürdü. Onlar aynı yolla gittiler. Oysa «dünya ekseninden dışarı çıkmıştı». Sabahlarımız sakin değildi. Azerbaycan sınırlarından gelen haberler giderek endişeleri arttırıyordu. Yalnız annem sakindi. Kim sana taş atarsa, sen ona elma ve nar at, diyordu... Annem ki şiirsel, lirik, ama daha da fazlası anaydı... İşte böyle, benim iyi okurum... anlatılarımda sadece yazımı değil... ben yüreğimi de bir kağıda sarıp-sarmalayıp size veriyorum.
Türklerin Ayrum’u Türklerin değildi. Orası Lori bölgesinde bir Azeri yerleşkesiydi. Ulusal hareket oraya da ulaşmıştı. Karışık zamanlardı. Sabahın kırağısıyla beraber köy uyanıyordu. Fakat dışarıda kimseler yoktu, bomboştu. İnsanlar, aynen korkuya kapılan tavuklar gibi evlerine kapanmışlardı. Onlar kendi Tanrılarına sığınmışlardı. Biz de bizim Tanrılarımıza sığınıyorduk. Onlar Kur’an okuyorlardı, biz İncil. Kavga bu ikisi arasındaydı. Şahsen benim inancım biraz farklıdır, ben Tanrı’ya inanıyorum... ama öyle, kitapta veya kitaplarda yazdığı gibi değil... fakat öyle, O’nun olduğu gibi ! O barıştırıp-uzlaştıran, herşeye Kadir olandır... İnsanlar Barıştırıcılarını kaybetmişlerdi. Oysa ülke karmakarışıktı. Yeni idollar ortaya çıkmış, büyülü sevgiyi tatmaktalardı. Tanrı sevgidir, ama sevgi Tanrı değildir. Sevginin aksi nefrettir. Onlar beraber kavga arıyorlardı. İnsanlarsa onun «tadına varıyorlardı». Eğer insanlar Tanrı’yı bölüşmeselerdi, O’nun evlatlarını da ayırdetmez, ayırmazlardı herhalde!
O gece dedem yedi defa fanila değiştirdi. Gözlerini kapıyor, aynı kâbusu görüyor, açıyor, aynı şekilde titriyordu. Soğuk terler yattığı döşeği kaplıyor, sırılsıklam ediyordu. Geceliğiyle değiştirdiği fanilalar ıslak bir kefen gibi vücuduna yapışmıştı. Dişleri kendiliğinden gıcırdıyordu. Soğuk kemiklerine işleyecek kadar tehditkârdı.
-Aşkhen, değişeceğim fanilamı getir - inliyordu dedem…
-Yine mi…,- ağır uykusunda cevaplıyordu nenem.
…Göz kapaklarının altında «Gaydzon» alayıydı. Avetlerin Paşo’su, Bednaların Koto’su, Mırçanların Şalo’su, Tırtmanların Giko’su, Grap’ın Osan’ın Purçul’u, Azarların Vahan’ı, Inanların Kamsar’ı, Hansaların Mişo’su, Cicil’in Pilis’i, Hobosların Gevo’su, Boşaların Samat’ı, Çiçoların Suro’su, Iritslerin Tato’su, Cvakhların Cavahir’i… Saldırıyorlardı… Ayrum ateş ve duman içindeydi. Cicil’in Pilis’i «Vilis’in»(4) çadırını arkaya atmış ve alttan makinelinin borusunu çıkarmıştı. Arka tarafa geçip ateş altına aldığı evleri aynı Çapaev(5) gibi eleğe çeviriyordu. Çıplak köy, ellerini havaya kaldıracağına, kendisi havalanıyordu… Sanki masallardaki uçan cisimler gibi havalanıyor, kendiliğinden göğe yükselerek bulutlar ardına saklanmayı deniyordu. Ancak gökyüzünde de kurtuluş yoktu. Evleri, bulutların eline düşmüş, biribirinden sıyrışırcasına biri birine vuruyorlardı. Evler büyüktü, insanlar küçük… Küçük insanlar büyük evlerin içerisinden gökyüzünün deliklerinden geçip, bulutların arasından sıyrılıp elenerek, önlerindeki tepeyi oluşturuyorlardı.
Onların içindeki suçlu suçsuzdu.
Tepe hareket eden bir karınca tümseğiydi dersin.
-Aşot, Aşot…,- tümsekten ses geliyordu.
Acaip bir şekilde Ceyran’a binmiş Hasan Kirve’ydi. İnsanların altından, sürüngenlerin içinden sürünerekten dışarı çıkıyordu dersin. Ceyran’ın üzerinde sadece kendi değildi… Kendisiyle beraber tüm göçüydü… Hasan ineği dürtüyordu ama inek gitmek istemiyordu… Boynu bükük doğru kendine bakıyordu… Göl gözlerinde derya özlemi vardı. Anasını yitirmiş buzağı gibi burnunu uzatmış, böğürüyordu…
- Aşot, Aşot…
Güneş başını çevirip, ışınlarını uzatarak dedemin burnunu kaşıyordu. O ellerini kendiliğinden burnuna götürüyor, anlaşılmadan dırdırlanıyordu ama hiçbir şekilde gözlerini açmak istemiyordu.
- Aşot, Aşot…,- gözkapakları sanki ziftle yapışmışcasına açılmıyorlardı.
Hoş olmayan bir ses kulak zarına vuruyordu. Onun, kulağından mı, yoksa pencereden mi, nereden geldiğini anlayamıyordu... Her halükârda, açılan gözleri yavaş-yavaş ışığın kaynağını seçiyordu.
-Aşot, seni istiyorlar,- sabah erken avluyu süpürmeye çıkan Aşkhen nenemdi.
-Hayırdır ?…,- gözlerini yavaştan ovuşturarak soruyordu dedem.
-Diyor ki,- Hasan’dan haber var,- diyordu nenem…
Bunu beklemiyordu işte. Yorganını yana attı. Beyni saniyeler içinde berraklaştı. Uykusu bir kuş gibi kaçtı başından. Kendisi bile nasıl giyindiğini anlamadı. Avetlerin Paşo’su dut ağacının altında sakin sigarasını tüttürüyordu. O, köyün fedailerinin komutanıydı. Sanki bin yıl traş olmamıştı derdin. Ormandan yeni-yeni çıkmış bir kaçak gibi, başı bıyık sakala gömülmüştü... Bir sigarayı söndürüp diğerini yakıyordu.
-Hayrola ?..., - ikircikli sordu dedem.
-Gece Türklerin Ayrum’unu göçerttik..., acele etmeksizin cevapladı Paşo.
Yanan kibriti sigarasının altında tutuyordu. Kaba elleri titreyen alevi rüzgara karşı koruyordu. Sanki dünyanın en ciddi işini yapıyormuş gibi rahat ve düşünceliydi.
-Sadakhlo sınırında senin Kirve Hasan’ı gördüm,- dedi sonunda, oysa sabırsızlıktan dedemin nefesi kesiliyordu. – Ana oğul, göçlerini bağlamış gidiyorlardı... Beni gördü, geldi ayaklarıma düştü ve «Kurban olum, Paşo can, bu parayı menim kardaşım Aşot’a veresin...»
Paşo elini koynuna attı. Bir gazeteye özenle paketlenmiş elli adet kırmısı Sovyet onluklarıydı. İneğin geriye kalan borcu olduğunu anlamıştık... dedem anlamak istemiyordu oysa. Sol gözünün altındaki solgun yanağı telaşlı titriyordu... Şaşırıp kalmıştı, alsın mı, almasın mı, bilmiyordu. Hangi cebine koyacağını da bilmiyordu... Bir cebinden çıkarıp öbür cebine koyuyor, öbüründen çıkarıp diğerine koyuyordu... O para dedemin gönlüne göre değildi, eminim. Sonra, yıllar sonra Rubli’nin büyük değer kaybettiği zamanlar geldi. Ancak, onun buruşuk ellerinde Sovyet rublisinin eski değeri de yoktu zaten...
Levon CAVAKHYAN
07.şubat.2008
ERMENİSTAN
(1): Azerice «Danışır Baki», “Bakû konuşuyor” anlamını taşır, Azericede Bakû‘ye Baki denmektedir.
(2): Yazarın “Bakû oldu” dediği, 1990 yılının 13-19.ocak tarihleri arasında Bakû‘de yaşayan Ermenilere karşı yapılan katliamlardır.
(3): Ceyran, yazarın dedesinin ineğinin adıdır.
(4): Vilis, askeri araba Jeep türü Cemse’ye verilen addır.
(5): Çapaev Vasily, 1917 Ekim Devrimi sonrası Kızıl Ordunun kuruluş dönemlerinde halk kahramanına dönüşmüş bir partizan ve SSCB’de tüm çocukların düşlediği kahramandır.